Osmanlı imparatorluğu 200 yıllık Avrupalılaşamama serüveninde, Üretimi, Ticareti geliştirmek yerine bugün olduğu gibi sürekli borçlandı. Osmanlı borsa ve para oyunlarıyla savurganlığı, rantiyeciliği, yolsuzluğu önleyemedi. Sonuçta Avrupa kapitalizminin tutsağı oldu ve battı.
Osmanlı İmparatorluğu bugün Amerika boyunduruğu neyse son günlerinde Almanya’nın esaretindeydi. Alman askerlerinin başlattığı savaşa girdi. 1.710.000 km2.lik yüzölçümünden Çoğu bozkır olan 400.000 km2.lik bir alana indi. Topraklarının 3/4’ü, Verimli kaynaklarının %50’si kaybedilmiş. Geride kalan insanımız kayıp, yaralı, yoksul, aldatılmış ve terk edilmiş. Borç çok para yok, silah yok, sanayi yok, altyapı yok. Ulusal bağımsızlık öncesinde ‘Midilli’ batmış ‘Yavuz zırhlısı’ tutsak edilmişti. Deniz gücü yoktu. Yenilginin arkasından Irak cephesinde ki uçaklarımız düşman eline geçmemesi için yakılmış, diğer bölgelerde ki savaş uçaklarımız düşman eline geçmişti. Kısaca hava gücümüzde yoktu.
O gün bu büyük yıkıma sebep olanlar kimi hazırda beklettikleri araçlarla kimi iş birliği yaptıkları düşman gemileriyle ülkeyi terk etti. Saltanatta vardılar, Vatan kurtarma savaşında, inşa etmede, kuruluşta yoktular…
KUVAYI MİLLİYE, DEVRİMCİ HALK KONSEYLERİNİN DİRENİŞİDİR.
Ulusal kurtuluş yoluna çıkıldığında Ankara kapılarına dayanmış emperyalistlerin kuklası bir Yunanistan vardı.
Önce devrimci halk konseyleri denilen yerel kongrelerin organize ettiği Kuvayı Milliye direnişi başlatıldı. Ardından farklı inanç ve ideolojilerdeki yurtseverler, çoğulcu bir halk hareketi ve toplumsal sözleşme ile Kemalist hareketi başlattılar. İlk işleri batı bağımlısı İstanbul hükümetini ve onun işbirlikçi yöneticilerini tasfiye ettiler. Dış güçlerin karşısına dikildiler, gerektiğinde ise diyaloga girdiler. Halk katılımının maddi ve manevi gücünü kullandılar, akılcı şuralarla birlik sağlayıp iç ve dış politikalar oluşturdular. Kurtuluşu gerçekleştirmek için Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular. Kendi iradeleri ile kendilerine özgü kalkınma ve çağdaşlaşma modelini yeğlediler. Osmanlıdan miras kalan tüm borçları ödediler. Bunları yaparken kendilerine bir slogan edindiler. ‘Ya istiklal ya ölüm’
Dün ülkeyi yönetenler ayakta durmak için emperyalist ülkelere dayanıyorlardı. Batırdılar.
Kazım Karabekir o günleri anlatırken şöyle diyordu. “İktisattaki cehaletimiz, siyasetteki sersemliğimiz elbirliği yapmış ve Milletimizi kemirmiş, kemirmiş, kemirmiştir…Ve artık beşikten mezara kadar ecnebi mallarına bürünmekten ve doğduğumuz saatte kursağına ecnebi sütü dökmekten Milletimiz kendisini kurtaracaktır’’
Osmanlı devleti son günlerini yaşarken Saray ve köşklerde itibardan tasarruf edilmez cümlesini kendilerine parola seçmişlerdi; yurt dışından halkın adını ve tadını bilmediği meyve ve şekerlemeleri yerken halk derin bir yoksulluk içinde idi. (Belgelerde bu alıma “sâl-i cedîd mubâyaâtı” adı verilmiştir) Oysa Osmanlılar 14.-15. yüzyıllardan beri muhtelif meyveleri şekerleme ihracatında dünyada lider ülke konumundaydı. Saray harcamaları o kadar abartmışlardı ki neredeyse dışarıdan alınan borçlar saray harcamalarına gidiyordu. Öte yandan Yazar Ahmet Lütfi Efendi i o günler için; “Çalı süpürgesi, ağaç kaşık ve tahta taraklara kadar muhtaç olduğumuz eşyanın cümlesi yabancı memleketlerden gelip ucuzluğu cihetiyle değer bulan mallarıyla servetimizi sülük gibi çektiler” diyordu.
Celal Bayar ise Kuruluş günlerini şöyle tarif ediyor. “Mücadele ettik ve kazandık. Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has yeni bir sistem kurduk”
Gerçekten de kurtardılar. Yüzlerce fabrika kurdular. Sanayide, Tarım ve hayvancılıkta her şeyiyle kendine yeten bir ülke kurmayı başardılar.
Ülkeyi yöneten kadro, devletin her kuruşunun hesabını tuttular, halka örnek oldular.
120. YILDAN BU YANA NEDEN ÖNCE DÜYUN-U UMUMİYESİZ VE SONRA DA IMF’SİZ YAŞAYAMIYORUZ?
Biri tarihe karışmış genel borçlar idaresiydi. Birikmiş fonlardan borç vermeye başlamıştı. Diğeri günümüzün Uluslararası para fonu. Bu iki yabancı idarenin birbirini tamamlayan işlevlerine dikkat edilirse, ‘sürekli borçlu’ taraf olarak yukarıdaki soruyu yanıtlamak hiç de zor değil.
Bu idareleri eleştirmenin yararı yok. Bu kuruluşlar hangi nedenlerle ortaya çıktıkları belli. Hem anlaşmanın koşullarını yaratan hem de onların kurallarına bilerek boyun eğen taraf Türkiye’dir. Akılsızca yapılan bocalanmaları çarçur etmişsen, ödeyebilecek kaynakları yaratamıyor ve geri ödeyemiyorsan. Alacaklılar bunu senin adına yapmaya kalkışırlar. Mücadele edersen yaptırım ve ambargolarla elini kolunu bağlarlar. Düştüğün karanlıktan, ‘bunlar cibilliyetsiz, alçak, özgürlüğümüz elden gidiyor’ diye feryat etmeye hakkın olmaz. Edersen sesini duyan olmaz.
KEMALİSTLERİN 25 YILLIK MÜCADELESİNE SÜNGER ÇEKİLDİ.
EMPERYALİZM GERİ GELDİ.
Geçmiş tarih göstermiştir ki; Sorunları çözümü, ideolojik körlüğe saplanmış liderler ile hiçbir zaman olmamıştır. Ülkemizin kurucusu Atatürk bakın ne demiş…
“Ben, manevî miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında belki gayelere tamamen erişemediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Benim Türk Milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.’’
Batı dayatması programları reddeden, dış borçtan çekinen sağlam parası denk bütçesiyle bağımsız ve onurlu, her zaman kendi gücüne, insanlarına güvenen, kendine özgü politikalara sahip, ayrımcılık yapmayan yönetime getirilmiş insanların varlığıyla çıkış mümkün olabilir.
Bir an durup bugüne bakalım. İktidar ve muhalefet parti yöneticilerin davranış ve duruşları, ideolojileri nedir?
Rehber aldıkları, ‘İlim ve Akıl’ mıdır? Yoksa tersi mi?
Muhteşem bir yazı.Baska yerde yayınlanan kitap veya makaleniz var mı? Çok ilginç hiç duymadığımız bilgiler veriyorsunuz