Bir süredir, Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi’nin Basın Sözcülüğü görevini sürdürmekteyim. Elimden geldiğince birçok konferans ve platformda tarihçemizi anlattım ve hakemli yayınlarda makaleler yazarak Türk Ortodoksları hakkında akademik literatüre katkı sağlamaya çalıştım. Lakin, Batı eksenli tarih okumaları ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Tarih Tezleri’ne karşı Türk Milleti’nin dimağına zerk edilmiş Türk-İslam Sentezi ne yazık ki uygarlığımızın tarihini saptırmakta ve köklerimizi bize unutturmaktadır.
Düşüncelerimi paylaşacağım bu yazı dizisinde de yegane amacım yıllardır eskittiğim kaynaklardan bir derleme yaparak sizlere elimden geldiğince unutturulmaya ve yok sayılmaya çalışılan tarihimiz hakkında bir perspektif sunmak olacaktır.
Mustafa Kemal Atatürk yalnızca Anadolu topraklarını, yok olmak üzere olan bir devleti, emperyal güçlerin işgalinden bir halkı kurtarmamış; Türk uygarlığının tarih sahnesinden silinmesini engelleyerek, unutturulmuş Türk kimliğini Türk halkına yeniden gururla taşıyacağı bir nişan olarak vermiştir.
Esasen emperyalist aksın yüz yıldır hazmedemediği en büyük olgu da budur: Türk’ün, Türk olduğunu yeniden hatırlaması!
Peki, Türkler neden yüzlerce yıldır Türk olduğunu unuttu? Bunun birçok sebebi bulunmakta. Her devir kendi içerisinde incelenmek zorunda olan bir parçadır. Bu parçalar günümüz dinamikleriyle yorumlanamaz. Uzun yüz yıllar boyu, millet inşası günümüz ulus devleti anlayışının çok uzağında bir anlayış ile olmuştur. İmparatorluk anlayışı içerisinde modern devletlerde gördüğümüz milliyetçilik dinamikleri bulunmamaktadır. Buna rağmen, milli kimlik anlayışı nesilden nesile halk arasında aktarılıyordu. Lakin, bu aktarımı direkt olarak bir devlet politikası olarak görmemiz biraz zordur.
Şu an tartışmaya açtığımız konu ise, binlerce yıldır uygarlığa ışık tutmuş Türklüğün neden dahili ve harici bedhahlar tarafından sadece son 1000 yıla sığdırıldığı üzerinedir. Çünkü modern çağa uygun olarak kurulan ve laiklik anlayışını kadim Türk geleneğinden almış olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1938’den beri bütün bu soruların ortadan kaldırılmak istendiği son kale olmuştur.
Bu hususta öncelikle son devletimiz olan Osmanlı İmparatorluğu’nu ve öncülü olan Selçukluları ele almamız gerekir. İmparatorluk kavramını genel bir bakışla incelediğimizde günümüz ulus devletlerinin yönetim anlayışı ile kıyaslayamayız. Bir imparatorluğun gözündeki “halk” ile bir ulus devletin gözündeki “halk” kesinlikle aynı değildir.
Yönetimlere halkın ortak olması ne denli Antik Yunan demokrasi devrinden geldiği söylense de günümüzdeki demokrasi anlayışından bir hayli uzak bir tanımla sınırlı kalmıştır. Ve aynı şekilde, günümüz demokrasilerini oluşturduğu iddia edilen Antik Yunan demokrasi tanımı da yüz yıllar boyunca kendini hanedanlıkların hüküm sürüp haksız çıktığı (birçoklarına göre “yerini bıraktığı”) yeni bir demokrasi tanımına evrilmiştir. Bu tanım da zaten son nefesini Sanayi ve Fransız Devrimleri sonrasında vererek yerini birçok yeni siyasal yapılanmaya bırakmıştır. Bu bilgiler, birçok kişi için çok genel ve bilindik olmasına rağmen, bazı yaptıkları incelemelerle vardıkları sonuçlar anakronizme düşmektedir: Devri zamanına göre değerlendirmemekteler.
Bunu neden belirtiyorum? Tabii ki de bilinmediğinden değil. Uygulamaktan kaçan akademik anlayış yüzünden. İşte tam da bu sebepten ötürü bazı yazarlarımız, Türk-İslam sentezi penceresi ve Batılı kaynakların onlara sunduğu tezler ile bugün bile hala Türk Ortodoksların Türk değil; Türkçe konuşan Rumlar olduğunu söylediğini görüyoruz.
Bu iddialar komiktir ama tebessüm ettiren türden değil.
Batılı kaynaklar, uzun yıllar boyunca, Anadolu’daki Hristiyanları “Türkçe konuşan Rumlar” olarak tarihin sayfasına kazımayı başarmıştır. Türk-İslam sentezinin yetiştirdiği akademimiz de bu iddiaları var gücüyle savunmuştur çünkü onlar da tarihimizi 1071’den başlatmakta beis görmemiş; “Müslüman olmayan Türk değildir” anlayışıyla bilimlerini(!) literatüre katmışlardır…
Tebessüm ettiren bir taraf hiç mi yok? Var.
Batı, Türk’ün Hristiyanını Hristiyan görmez; Türk-İslamcılar ise Türk’ün Hristiyanını Türk görmez!
Kanımca, tebessüm ettiren bir durumdur bu. Çünkü, ne denli Türk olduğumuz işte bu suçlamanın senteziyle kanıtlanmaktadır!
Peki, kısaca tarihe bakalım…
Çok uzağa gitmeden, 1071 üzerine biraz düşünelim. Ezberletilen tarihte bizlere öğretilen, Anadolu’nun kapılarının 1071 yılında Türklere açıldığıdır. Peki, bu kapılar kim tarafından açılmıştır? Tarih kaynaklarının bizlere gösterdiği, özellikle 4 büyük Peçenek Beyi’nin bu kapıları açmakta yardımcı olduğudur.
Yüz yıllar öncesinde Kuzey Steplerinden gelen Türklerin yerleştiği Balkan, Avrupa ve Anadolu topraklarında, soyumuzun bir kısmı zamanla Hristiyanlığı kabul etmeye başlamıştı.
Tabii daha o zamanlarda Hristiyanlık içinde mezhep ayrımları bulunmamaktaydı. Birçok yere dağılan, Atilla’nın izinden gelmiş Türk savaşçılar ve aileleri, devletlerinin dağılmaya başlamasıyla hem kendi aralarında hem de zamanında haraca bağladığı Roma ile mücadeleye devam etmiştir. Savaşçılığından ödün vermeyen Türkler toprak sahibi olmuş; barış zamanlarında topraklarına bakan bu Türkler savaş zamanlarında ise mücadelelerine devam etmişlerdir.
Canı sıkılınca savaşan bir millet olduğumuz doğrudur. Bu tarihle sabittir. Karşıda düşman bulamadığımızda kendi boylarımız arasında nice savaşlar vermişizdir. Hunlara ve Anadolu Beylikler Dönemi’ne bakın. Osmanlı Devleti’nin kuruluş hikayesi gibi nice başka örneklerimiz var. Belki de bu yüzden hangi dini seçersek seçelim, biz bir bütün olarak, her zaman savaşçı ve mücadeleci bir millet olduk.
Bu sebeple, unutulmaması gereken hususlardan bir tanesi, belki de en önemlisi, Türkler sadece seçtikleri dinlere entegre olmamış; aynı zamanda o dinleri de kültürüyle etkilemiştir. Nasıl ki Büyük Kavimler Göçü ile Kadim Altay’dan binlerce kilometre Avrupa’ya kadar gelen savaşçı Türkler Hristiyanlığı seçtiğinde Hristiyan dünyasını yüzyıllar boyunca etkiledi; Müslüman savaşçı Türkler de aynı şekilde tarih sahnesinde sayısız zafere imza atmıştır.
O yüzden diyebiliriz ki keramet gerçekten de Türklüğümüzde.
Dönelim meselemize…
1071 yılında Anadolu’nun kapılarına dayanmış Alparslan’ın ordusuyla, kapıların adeta açılmasına vesile olmuş Hristiyan Peçenekler nasıl Bizans’ı mağlup etmiştir? İki tarafın da Türk ve Türklüklerinin bilincinde olmalarıyla. Şayet bugün de iddia edildiği gibi Hristiyanlığı seçmiş Türkler, Türkçeden ve Türk kültüründen vazgeçip asimile oldular ise Türk uygarlığını yüzlerce yıl bugünlere nasıl getirmişlerdir?
Türkler, Batı’dan etkilendiği kadar Doğu’dan da etkilenmiştir. Günümüzde, Doğu’dan etkilenen Türklüğü hala Türk uygarlığının bir parçası olarak görüyorken, Batı’dan etkilenen Türkleri ortak uygarlığımız dışında bırakmak tarihimize karşı iki yüzlü olmaktır.
Unutmayalım ki Papa Eftim bu hususta, “On asırdır Müslüman ve Hristiyan Türkler bir arada huzur içinde yaşıyorlar.” demiş ve Batı emperyalizminin oyunlarına karşı Anadolu’da Mustafa Kemal’in yaktığı meşaleyi harlamıştır.
“Türk tabiiyetimiz ve dilimiz olduğu gibi bakidir. Halis Türk ve Türk evlatları olduğumuzu adet, töre ve her halimizle ispat bunu ispat etmekteyiz.”
Papa Eftim, Keskin Beyannamesi, 1918.
Kapak resmi; Prof. Dr. Ekrem Buğra ekinci, (bkz)
Değerli kardeşim, inancı ne olur ise olsun, Türküm her insan benim öz kardeşimdir.