(İlgili araştırma yazısı 28 Mayıs 2020 tarihinde yazılmıştır!)
Öngörüsel programlama nedir, duydunuz mu?
Bu, insanları sosyal değişimlere hazırlamak için medya tarafından sağlanan psikolojik şartlandırmadır.
Bilirsiniz, örneğin 11 Eylül gibi bir olaydan sonra, o ana dek sunduğu tüm ipuçlarını finalinde bağlayan ve cinayeti açıklığa kavuşturan gerilim filmlerinde olduğu gibi; insanlar öncesinde bu tarz ipuçlarının medya aracılığıyla verildiğinin farkına varmaya başlamıştı. Sadece 11 Eylül için, 1950’lerden 2001’in Eylül ayına dek, sinema, çizgi film, dizi, çizgi roman, kitap, dergi hatta albüm kapağı gibi öngörüsel programlama araçlarının işlediği birçok medya çıktısı sayabiliriz.
Peki ya Covid-19’la tanıştırılmış olabilir miyiz?
Hafızalarımızda bir yerde medya eliyle yerleştirilmiş birtakım verileri gün yüzüne çıkarmak kısa bir medya taraması yapmakla mümkün hale gelebilir mi?
1981 yılında Dean Koontz adlı yazarın çıkardığı, “The Eyes of Darkness” kitabında 2020 yılında, Wuhan-400 olarak tanımlı bir virüsün Çin’de laboratuvar ortamında üretilip tüm dünyaya yayıldığı ve milyonlarca insanın ölümüne yol açtığı anlatılır.
Slyvia Browne ve Lindsay Harrison tarafından 2008 yılında yayınlanan, “End of Days” adlı kitapta yine açıkça 2020 yılında akciğerleri ve bronşları etkileyen bir salgının yaşanacağı haber verilir.
Alexandre Adler’in 2010 yılında çıkardığı “2025 CIA” adlı kitapta da Çin’den çıkan koronavirüs kaynaklı bir salgının tüm dünyaya yayılacağı, hastalığın önüne geçebilmek için yeni aşının bir seneden önce geliştirilemeyeceği ve milyonlarca insanın solunum yetmezliğinden öleceği yazılır.
Aylardır medyadan servis edilenlerle pek bir farkın olmaması tesadüf olsa gerek(!)
2011 senesinde gösterime giren Contagion adlı filmde Mev-1 adı verilen virüs, yarasadan bir Çinliye bulaşır ve bu kişiyle yakın temasa geçenler aracılığıyla yayılmaya başlar. Virüs enfekte olan insanlarda özellikle solunum yolu yetmezliğine sebep olur.
Bundan sadece 3 sene önce 2017’de yayınlanan Asterix serisinin Asterix and the Chariot Race bölümünde, yüzüne maske takmış olan Julies Caesar, “koronavirüs” diye çağrılır.
Pekala, neden bu isimle çağrılıyor diye sorabilirsiniz ve size, slate.org’un Türkiye’deki başarısız bir kopyası olan teyit.org, “koronavirüsler 1960’lardan bu yana tanınıyor, bu sebeple bu salgının önceden haber verildiği bilgisi doğru değil” minvalinde bir cevap verecektir. Sonsuz seçenek içerisinden bu seçeneğin kullanılmış olması gerçekten şüphe uyandırmıyor, öyle mi?
2018’de yayınlanmaya başlayan Güney Kore dizisi My Secret Terrius’ın 10. bölümünde Covid-19’un müsebbibi olduğu söylenen Sars-cov-2 virüsünün neredeyse tüm özellikleri sıralanır.
El Alfa isimli şarkıcının Covid-19’un Çin’de ortaya çıkmasından sadece 1 ay öncesinde piyasaya sürdüğü “Corona Now” isimli şarkı, Madonna’nın 14.06.2019 tarihli MadameX albümünün kapağı ve çok daha detaylı bir araştırmayla karşımıza çıkması olası nice medya çıktısı… Tüm bunlar zihinlerimizin bir hazırlık sürecinden geçtiğini gösteriyor.
Rockefeller Vakfı’nın 2010 senesinde çıkardığı, “Uluslararası Gelişme ve Geleceğin Teknolojisi Senaryoları” adlı raporda yer alan “Kilit Altında Tutma” başlıklı yazıya da bir göz atalım. Yazının bir kısmında geçen ifadeler şunlar: “Yıllardır öngörülen pandemi nihayet bütün dünyayı vurdu. Bu pandemi 2009’daki H1N1’in aksine vahşi bir kazdan yayıldı. Virüs dünya çapında vurduğunda pandemiye en hazırlıklı olan ülkeler bile 7 ay içerisinde 8 milyon kişinin ölümüyle sonuçlanacak olan pandemi karşısında çabucak dağıldılar. Pandemi özellikle ekonomiler üzerinde ölümcül etkilere sebep oldu. İnsanların ve malların hareketi neredeyse durma noktasına geldi. Yerelde bile, normalde canlı olan dükkanlar ve ofis binaları aylarca boş kaldı. Virüs, kontrolden çıkmış bir yangın gibiydi; gelişmiş ülkeler bile tedbir ve tedavi konularında sınıfta kaldılar. Sadece birkaç ülke salgınla güçlü bir şekilde mücadele verebildi; bunlardan biri Çin’di.”
Öyle görünüyor ki “hazırlık süreci” sadece medya eliyle yürütülmemiş.
Hiçbir yalan mükemmel tasarlanamaz.
Uyuz olmuş bir devenin yaralarına dökülen kireç, deveyi dışarıdan bir süre için sağlıklı gösterebilir fakat bu uzun sürmeyecektir.
11 Eylül olayını sorgulayanlar hür akıl sahiplerinin basitçe cevaplayabileceği nice sorular sormuştu:
- Nasıl oluyor da jet uçaklarının yakıt tanklarının patlamasıyla açığa çıkan ısı, çelik kontrüksiyonları eritebiliyor?
- 110 katlı, 415 metre uzunluğundaki kuleler sadece birkaç katının alev almasıyla serbest düşme yasasına göre nasıl yıkılabiliyor?
- Enkazda jet uçağına ait hiçbir kalıntıya neden rastlanılmadı?
- Televizyonlarda gösterilen uçak nasıl olur da binlerce görgü tanığının ifadesinde yer almadı ve hepsi patlamanın yer altından hissedildiğini söyledi?
Bugün bir kamuoyu yoklaması yapılsa, 11 Eylül’den sonra ABD’nin apar topar Irak’a girmesine, bölgedeki stratejik müttefik İsrael için tehlike oluşturan Baas rejim güçlerinden kurtulma girişimine, Saddam sonrası Irak petrol sahalarının sözümona geliştirilmesi amacıyla kurulan konsorsiyuma liderlik edilmesi ve büyük payın ABD’li şirketlere verilmesine, saldırıyı komute ettiği öne sürülen Usame Bin Ladin’in Tim Osman müstear isimli, istihbarat elemanı olduğunun ortaya çıkmasına ve iş işten geçtikten sonra itiraf niteliğinde yayınların yapılmasına tanık olan insanların önemli çoğunluğunun 11 Eylül’e inanmadığını görmek şaşırtıcı olmayacaktır.
Evet, dünyaya bu ve buna benzer büyük yalanlar çokça söylendi.
Hucurat Suresi 6. ayet, yalancının getirdiği haberi araştırın, sorgulayın, diyor. Günümüzde bu haberleri sorgulayanlara, “komplo teorisyeni” deniyor.
Oysa daha olağan ne olabilir?
Daha makul olan nedir?
Covid-19 konusunda erken mi davranıldı yoksa geç mi kalındı, bunu öğrenmenin mümkün olmaması, bu haberi araştırmanın önünde engel sayılmamalı.
Covid-19, modern bilime ve modern tıbba rağmen hala bir sır perdesi gerisinde. Sars-cov-2 virüsünün hayvandan insana geçtiğini net bir şekilde ortaya koyan tek bir bilimsel yayın yok. Hükümetler birbirini suçluyor, medya her gün negatif pompalıyor, kendisine uzman denilenler insanların havsalasını bulandırıp sanki yeryüzündeki ölümlerin tek nedeninin koronavirüs olduğu algısını yaratmaya çalışıyor… İlginçtir ki bu süre içerisinde kimse gripten bahsetmez oldu.
ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezinin duyurduğu sadece 2018 kışında ABD’de mevsimsel gripten ölenlerin sayısı 80.000. Türkiye’de bu sayı her yıl 15.000 ila 20.000 arasında seyrediyor.
Dünya genelinde her yıl gripten ölenlerin sayısı Dünya Sağlık Örgütünce 290.000 ila 650.000 arasında rapor ediliyor.
Covid-19 olarak raporlanan ölüm sayısının ise Aralık’tan bu yana 300.000’i yeni gördüğü duyuruldu. Covid-19’un gripten daha ölümcül olduğunu söyleyebilir miyiz? Zaten bu sebeple insanlar virüsün “yayılma hızı”na fokuslandırıldı. Yayılma hızını ise vaka tespitleri için kullanılan PCR testleri yani “koronavirüs testleri” belirliyor, daha doğrusu testlerin gördüğü koronavirüs “Sars-cov-2” olarak tanımlanan virüs olarak kabul edilip bu virüsü taşıyan da “Covid-19” hanesine yazılıyor.
2000’li yılların başlarında bilim adamlarınca Glasgow’da kurulan virüs araştırma ekibi 2005 senesinden 2013 senesine kadar izlemeye aldığı akut solunum yolu rahatsızlıklarına sebep olmuş virüslerin arasında %7 ila %15 arasında koronavirüsler olduğunu tespit etti. (Pnas.org’ta ilgili araştırma sonuçları yer alır)
(↳İ lgili araştırma sonuçlarına buradan ulaşılabilir.)
Bu ne anlama geliyor?
Faranjit, bronşit, grip gibi akut solunum yolu rahatsızlığına sebep olmuş virüsler içerisinden koronavirüsleri tespit eden PCR testleri, teste tabi tutulan hastanın Covid-19’a yakalandığını rahatlıkla söyleyebilir.
Üstelik bu testler sadece koronavirüsleri tespit etmiyor.
Bilindiği üzere PCR testleri, Covid-19 üzerine ilk çalışmaları yürüten Çinli araştırma grubu tarafından geliştirildi. Çinli araştırma grubunun çalışmasında bildirdiği üzere, ilk hastaların 7’sinin akciğerlerine fiberoptik kamera yerleştiriliyor, buradan vakumlanan vücut sıvısı içerisindeki genetik materyal ayrıştırılıp RNA dizisi bulunuyor ve akabinde de bu RNA dizilerini görebilecek PCR testleri geliştiriliyor. İlginçtir ki, bu genetik materyal içerisinden virüsleri saptayacak saflaştırma yöntemine gidilmiyor haliyle geliştirilen testler de hastalığa sebep olduğu söylenen virüsleri net bir şekilde tespit etmek yerine kanda ve vücuttaki diğer sıvılarda her zaman serbest halde dolaşan genetik materyali ve RNA dizilerini tespit ediyor.
(↳PCR testi geliştirilme aşaması burada anlatılıyor.)
Testlerin, RNA virüsleri olan koronavirüsleri tespit edebilmesi bu şekilde açıklanabilir. Fakat testlerin hedefinde virüslerin olduğu söylenemez.
Ortada saflaştırılmış bir virüsü tespit edebilen bir test yoksa ortada saflaştırılmış virüs vardır diyebilir miyiz?
Sars-cov-2 gerçekten tespit edilebildi mi?
PCR testleri bu şekilde Covid-19 vaka istatistiklerini tek başına şişirmeye yeterli gibi görünse de bu yönde yine de destekleniyor.
CDC yani ABD Hastalık Kontrol ve Önlem Merkezi, 3 Nisan 2020’de doktorlara, Covid ölümlerinin sayımıyla ilgili bir genelge iletti. Doktorlara yönlendirilen yönergelerden birinde, kesin Covid-19 teşhisi konulamadığı fakat bundan şüphelenildiği durumlarda kayda ölüm sebebi olarak Covid-19 yazılabilir, ifadesi yer alıyor.
Ayrıca Kaiser Aile Vakfı’nın yayınladığı analizde Medicare yani ABD’nin ulusal sağlık sigorta programı tarafından hastanelere her Covid-19 tanısı konmuş hasta için 13.000 Dolar, solunum cihazına bağlanan her Covid-19 hastası içinse 39.000 Dolar ödendiği belirtiliyor. Bu normal hastalar için ödenen sigorta tutarının üç katı oluyor. Hem CDC hem sigorta programları bu açıklamalarıyla, doktorların, sağlık çalışanlarının kararlarını ciddi şekilde etkilediği/etkileyeceği bir gerçek.
Avrupa’da ve Covid-19’un görüldüğü söylenen diğer yerlerde de benzer şekilde resmi verilere şaibe bulaştırabilecek inisiyatiflerin alınmadığının, doktorların kararları üzerinde etkin güçlerin yer almadığının bir garantisi maalesef yok.
Dünya Sağlık Örgütü, Covid-19’u “şiddetli akut solunum yolu sendromu” olarak tanımlarken semptomları arasında “kuru öksürük” olduğunu duyurdu. Fakat burada bir açmazla karşılaşıyoruz.
Covid-19’un ağır seyrettiği ve ölüme götürdüğü durumlarda zatürreye çevirdiği söyleniyor. Oysa zatürrede, ciğerlerin iltihap toplamasıyla nefes alıp vermede güçlük çekildiği bilinir. Covid-19’da ciğerlerde bu tarz bir durum teşhis edilmemişken, soluk alıp vermede güçlük çekilmesine sebep olan nedir? Zatürrede balgam toplayan ciğerler, balgamlı öksürüğe sebep olurken, Covid-19’da semptomalojinin söylediği, hastalığın başından sonuna dek süren kuru öksürüğe ise ne sebep oluyor?
Amerikan Tıp Derneği’nin çıkardığı aylık tıp dergisi olan Jama Network Open’da ve derginin internet sitesinde, 138 Covid-19 hastası üzerinde yapılan incelemenin sonuçlarını dökümleyen bir makale yayınlandı. (↳İlgili makale buradan incelenebilir.) Makaleye göre, hastaların neredeyse tamamında yaygın olarak nefes darlığı, ateş ve kuru öksürük gibi belirtiler gözlenirken, kayda değer oranda, aritmi, morarma, şok gibi bulgularla da karşılaşılmış. Aritmi? Morarma? Şok? Bunlar kandaki oksijen seviyesinin düşmesi ve dokulara yeterli oksijen taşınamamasıyla ilgili değil mi?
Makalede ayrıca Covid-19 teşhisi konulmuş ilk 41 hastanın klinik bulgularında akut böbrek hasarının yer aldığı bildiriliyor. Aritmi ve akut böbrek hasarı çoğunlukla hücre içine aşırı kalsiyum yüklenişinden sebep ortaya çıkıyor. Bunların virüslerle alakası nedir?
Tüm bu bulgular bir arada değerlendirildiğinde, COV yahut akut solunum yolu rahatsızlığına sebep olan diğer virüs çeşitlerinin bu belirtilerde etkisinin olduğunu söyleyebilmek mümkün mü?
Sonuç itibariyle testler konusunun muamma olmadığını, Covid-19 hanesine işleyecek vaka sayımına şaibe karışmadığını, bildirilen semptomlar arasında virüslerin sebep olamayacağı belirtilerin yer almadığını kim söyleyebilir?
Süreç gerçekten şeffaf mı yönetiliyor?
Bu kaotik atmosferde netlik arayanları, hani şu komplo teorisyenlerini susturabilecek cevaplar verilebildi mi? Verilebilir mi?
“Biyolojik silah” iddiacılarına biz cevap verelim. Bu biyolojik silah değil. Çok yüksek ihtimalle ‘elektromanyetik silah’. Evet 5G’yi kastediyoruz.
İnsanlar 4G’den 5G’ye geçişin, 3G’den 4G’ye geçiş gibi olacağını sanıyor fakat 5G dediğimiz jenerasyonun frekans aralığı diğer 4 jenerasyonun frekans aralığından olağanüstü şekilde yüksek seyrediyor. Bahsi geçen frekans aralığı 60 Ghz ile 100 Ghz arasında, “Aşırı Yüksek Frekans” kategorisinde tanımlanır. Bu banttaki karasal radyo sinyallerinin ise uzun mesafelerde kullanımının zorlaştığı bilinir. İki temel nedenden ötürü bu zorluk gerçekleşir: Öncelikle bu frekans aralığının veriyi taşıma kapasitesi artar, dalgaboyları ise aşırı kısa kalır. Diğer yandan bu elektromanyetik dalgaların, frekans yükseldikçe optiğe yakınsamasıyla diğer bir ifadeyle parçacık özelliği göstermeye başlamasıyla, cisimlerden geçişi neredeyse ortadan kalkar. Büyük telekomünikasyon şirketlerinin açıklamalarına göre, birbiriyle iletişimde bulunmaya programlı, her sokak hatta her bina önüne kurulan baz istasyonlarıyla, bu problemlerin üstesinden geliniyor. Yani diğer jenerasyonlarda baz istasyonları yaşam alanlarımızdan uzak bir yerde kurulurken, 5G ile burnumuzun dibine sokuluyor.
Peki bu neden tehlikeli?
Bugün insanoğlunun sadece fiziki bedeninin olmadığı, aura ya da eterik beden denilen bir çeşit manyetik alana da sahip olduğu Kirlian fotoğrafçılığı, Gaz Deşarj Görüntüleme Tekniği (GDV) vb. metotlar kullanılarak anlaşıldı. İnsanın biyolojik ve fizyolojik sağlığı esasta, biyoelektrik yüklerin hareketinden meydana gelen bu manyetik alanının dünyanın manyetik alanıyla olan uyumuna ve elektrosmog denilen teknolojik kirliliğe maruz kalmamış olmasına bağlı. Biyomaynetolojinin bildirdiği üzere insanın manyetik alanı, yoğunluğu ve şiddeti nispetinde elektromanyetik radyasyonu tolere edebiliyor. Fakat bahsi geçen 60 Ghz ile 100 Ghz arasındaki frekans aralığı tolere edilebilecek seviyenin çok üzerinde. 5G üzerine endişelerin arttığı nokta işte tam da burası, çünkü insan vücudu 15 Mhz’i geçince elektromanyetik radyasyonu absorbe etmeye başlıyor.
Washington Devlet Üniversitesi biyokimya ve temel tıp bilimleri profesörü Martin L. Pall, 17 Aralık 2019’da, yani henüz Covid-19 denilen salgın ortaya çıkmamışken, 5G’nin biyolojik etkileri üzerine bilimsel bir makale yayınladı. (↳Pall'un makalesi hala bu sitede yayında.) Pall, makalesinde, bu boyuttaki elektromanyetik dalgaların, insanın sahip olduğu 70 trilyon hücrenin her birinin yüzeyinde bulunan sayısız mikroskobik sensörü etkinleştireceğini, bu voltaj sensörlerinin bu maruziyetle hücre içine büyük oranda kalsiyum girişine izin vereceğini yazıyor. Bu şekilde hücre içine aşırı kalsiyum yüklenmesi, oksidatif stres ve DNA kopmaları sonucunda “programlanmış hücre ölümü”nün gerçekleşeceğini, kalp ritminin bozulacağını, erkeklerde üreme kadınlarda doğurganlığın azalacağını, beynin eeg aktivitesinin bozulacağını, kanser vakalarının artacağını ve pek çok hastalığın ortaya çıkacağını da haber veriyor.
Sözüm ona Covid-19 hastalarında görülen bulguların birçoğunda hücre içi aşırı kalsiyum yüklenmesinden sebep ortaya çıkan rahatsızlıkların olduğunu hatırlayalım.
Özellikle 57 ila 64 Ghz arası frekanslar, havadaki oksijen moleküllerinden dolayı rezonansa uğrar ve bu etkileşim esnasında oksijen atomundaki elektronların harekete geçmesine sebep olur. Bu bilgi, 2019’un sonbaharında 5G için pilot bölge seçilen Hubei eyaletinin internet sitesinde; 5G ile oksijen atomu arasındaki etkileşimi konu alan bir yazıda halihazırda yer almaktadır. Oksijen atomunun elektronlarının harekete geçmesiyle ne mi oluyor?
Bu oksijen, kandaki hemoglobine düzgün bağlanamıyor ve bu da kandaki oksijen seviyesinin düşmesine sebep oluyor. Covid-19’un semptomları arasında başta nefes darlığının olduğunu biliyoruz. Dünyanın dört bir yanından sağlık çalışanlarının verdiği ortak bilgi şu değil mi?: İnsanlar boğularak ölüyor. Ciğerlerin balgam toplaması gibi nefes alıp vermeyi engelleyecek bir durum yokken bu insanları boğan şey oksijeni alamıyor olmaları değilse nedir?
5G denemeleri aşamasında onlarca olumsuz biyolojik etki rapor edildi oysa.
-Rotterdam yakınlarındaki bir parkta 5G testinin yapıldığı üç gün boyunca, yüzlerce kuş aniden öldü.
-Hollanda’nn Kuzey Frizya Bölgesi’nde 5G antenlerinin kurulmasının akabinde bölgedeki sığırlarda iki defa büyük panik yaşandığı görüldü.
-İngiltere’nin Coventry şehrinde ambulansların hastanelerle 5G iletişimi sağlayacağının duyurulmasından sadece bir hafta sonra 5Gyi kullanan ilk ambulansın personelinin üçü intihar etti.
-Yine Coventry’de 5G’ye bağlı ambulansların kullanıma açılmasından kısa bir süre sonra bölgede sayısız kuş ölümü yaşandı.
-Hem Almanya’da hem de Fransa’da anormal el ve parmak yapısı hatta eksik eller ve eksik kollar gibi anormal uzuv gelişimini içeren bir dizi olağandışı insan doğumu görüldü. Bu doğumların görüldüğü yerlerde ise 5G antenlerinin yakın bir zamanda kurulduğu belirtiliyor.
5G’nin yaratacağı elektromanyetik frekanslar bitki hücrelerinde de aşırı kalsiyum yüklemesine sebep oluyor bu da bu bitkilerin üzerlerine benzin spreyi püskürtülmüş gibi yanmasını sağlayabiliyor. Güney Kore’nin doğu kıyısındaki beş şehirde, 5G sistemlerinin açılmasıyla birlikte benzeri görülmemiş orman yangınlarının çıkmasını bu durum açıklıyor gibi.
2018’in ortalarında halka açık ilk 5G testlerini gerçekleştiren ve 2019’un sonlarına doğru neredeyse tüm şehirlerde 5G ağının kurulduğu Avustralya’da aylardır süren orman yangınlarının nedeni ne olabilir?
Bugün birçok ülkede doktorlar biyomanyetoloji prensipleri ve biyofizikçilerin görüşlerini baz alıp, doğrudan gözlenebilmiş, 5G’den kaynaklı olduğu düşünülen veya tespit edilen birçok vakaya dayanarak 5G’nin durdurulması konusunda kamuoyu bilgilendirme çalışmalarına devam ediyor. 5G’nin olumsuz biyolojik etkileri konusunda BM’ye defalarca brifing verildi. 35 ülkeden 180 bilim adamı Dünya Sağlık Örgütü’ne 5G’nin tüm canlılar için bir tehdit niteliğinde olduğunu anlatan bir rapor sundu.
Bu noktada şu soruyu sormanız mümkün: Büyük telekomünikasyon şirketleri 5G’yi hayata geçirmeden önce 5G’nin biyolojik etkileri konusunda araştırmalarda bulunup, gerekli testleri yapmadı mı? Peki ya ülkelerin ilgili kurumlarınca denetlenmediler mi?
Bu sorunun cevabı birçoğunuz için elbette şaşırtıcı değil.
Bunca uyarıya, korkuya, iddiaya ve söylentiye karşılık verecekleri teskin edici, tamir edici, tatmin edici hiçbir cevap yok.
Aralık 2018’de ABD’de düzenlenen 5G ile ilgili toplantıda, ABD senatörü Richard Blumental, Federal İletişim Komisyonu ve Amerika Gıda ve İlaç İdaresi temsilcilerine 5G üzerine araştırmalarının olup olmadığını, buna bütçe ayrılıp ayrılmadığını soruyor ve itiraf niteliğinde bir “hayır” cevabını alıyor. (↳Toplantının videosu buradan izlenebilir.) Sanırım, 5G’nin kurulduğu diğer ülkelerde de denetimlerin söz konusu olmadığını anlayabiliriz.
İngiliz yazar, uluslararası konuşmacı ve BM eski editörü Claire Edward, BM kürsüsünde yaptığı konuşmada “5G insanlığa açılmış bir savaştır” derken bunu retorik olsun diye söylemedi.
Burada Türkiye’nin 5G haritasında yer alıp almadığı konusunda bir parantez açmakta fayda var. 2019 Haziran’dan 2020 Mart’ına dek Türk Telekom, Vodafone ve Turkcell 5G testleri yaptıklarına dair duyurularda bulundular. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, 5G’nin, 2020 Mart’ının ilk haftası öncelikle İstanbul Havalimanı’nda, ardından 5G vadilerinde gerçekleşecek testlerin akabinde İstanbul ve Ankara’da kullanılacağını, 2020 Haziran’da ise ülke genelinde denemelere başlanıp 2021’de tüm şebekelerde kullanıma hazır hale geleceğini açıkladı. Anlayacağımız, 5G frekansları, 2019’dan beri Türkiye’de aktif. Bir parantez daha: Türkiye’de son dönem vakaların azaldığı söyleniyor, bu durum 5G frekanslarına öyle ya da böyle maruz kalan İstanbul ve Ankara gibi illerde testlerin ilk etapta yoğun yapılması ve sonra ülke geneline yayılması sonucu ortalama değerlerin verilmesiyle açıklanabilir.
5G’nin, Çin’de ve ABD’de 2019 sonbaharında kuruluşu tamamlandı. 2019 Aralık ayında Almanya, İngiltere ve Fransa, ABD’nin alternatif 5G ürünleri kullanımı konusundaki baskılarına rağmen Çin’in 5G sistemiyle entegre olmayı tercih etti. Yine İtalya, İspanya gibi ülkelerin de 5G’ye geçişi bu tarihlere tekabül ediyor.
(5G haritası, Küresel Mobil Tedarikçiler Birliği’nin, dünyadaki 81 operatörün 5G denemelerine ilişkin yayımladığı rapora ait. Covid-19 haritası ise Worldometer gibi sitelerde anlık olarak paylaşılıyor.)
5G’nin kurulduğu yerlerin gösterildiği harita ile Covid-19 vakalarını gösteren harita arasındaki mükemmel benzeşimin tesadüf olduğuna inanmamız bekleniyor.
11 Eylül ve diğer küresel çaplı olaylarda olduğu gibi öngörüsel programlama çalışmalarının Covid-19 için de yürültülmesi, insanların bu salgına ve salgınla beraber gerçekleşecek sosyal değişimlere medya eliyle uyumlanmak istenmesi, 5G frekanslarının gözlenen, tespit edilen ve tahmin edilen biyolojik etkilerinin, Covid-19 semptomlarında yer alması, Covid-19 vaka haritasının 5G haritasıyla birebir uyumu, karşımıza şu tezi çıkarıyor:
5G frekanslarının kısa vadede gözlenebilir etkileri (nefes alamama, kuru öksürük, aritmi gibi) daha çok yaşlılarda, kronik hastalarda, bağışıklık sistemi zayıf kişilerde kendini gösterdiğinde, bu vakalar Covid-19 hanesine işleniyor olabilir. Vaka sayılarının ise, grip gibi mevsimsel hastalıklarda da belli oranlarda rol oynayan koronavirüsleri tespit eden testlerce şişiriliyor olması mümkün. Üstelik test sayısına bağlı olarak vaka istatistiklerinde oynama yapmak da mümkün. Çok test, artan vaka; az test azalan vaka gibi…
Öyle görünüyor ki, Covid-19 büyük yalancının söylediği en komplike yalan.
Ve bu yalan, birçok zorbalık da doğuracak gibi görünüyor zira zorunlu koronavirüs aşılarının geleceği konuşulmaya başlandı.
Bill & Melinda Gates Vakfı, Dünya Sağlık Örgütü, UNICEF, Ulusal Alerji ve Enfeksiyonlu Hastalıklar Enstitüsü, uluslararası aşı kampanyalarında koordinasyon sağlamak ve “Global Aşı Hareket Planı” oluşturmak için işbirliği yapacaklarını duyurdu. Oluşumun danışma kurulunda Trump yönetiminin Covid-19’la mücadele ekibinde yer alan Dr. Anthony Fauci bulunuyor. Dr. Fauci, sık sık, toplumun tamamen korunduğu bir ortam oluşmadığı sürece Covid-19 öncesi hale hiçbir zaman dönülemeyeceğini, söylüyor. Toplumun tamamen korunduğu bir ortamın oluşması için ön koşul olarak sunduğu ise koronavirüs aşılarının zorunlu hale getirilmesi. Aşıları üretecek kurumlardan biri elbette Fauci’nin işbirliği içerisinde bulunduğu Gates Vakfı olacak. Fakat şimdiden aşılar seri üretime geçip dünya pazarına sürülmeden, yabancı ülkelere satışlar başlamadan, aşının yan etkileri sebepli açılacak davaları önleme ve cezadan mutlak muafiyet tanınma çabalarına girişildi. Fauci, Gates Vakfının üreteceği koronavirüs aşılarına 4 Şubat 2020’de tam yasal koruma verdi.
(İlgili siteye buradan ulaş ılabilir .)
2019 Ekim’de Covid-19 salgınının geleceğini haber vermesiyle muazzam bir öngörüde bulunan bu vakıf, ceza muafiyeti hak ediyor olsa gerek(!)
Aşıları apar topar yasal zırhlara bürümenin sebebi, insanları, çok daha kötü bir hale getireceklerinin bilinmesi olabilir mi?
Oysa biliniyor ki koronavirüs aşıları daima başarısız sonuçlar verdi.
Bilim adamlarınca ilk koronavirüs aşısı girişimi 2002 yılında patlak veren SARS’dan sonra gerçekleşmişti. Hayvanlar üzerinde denenen Sars-cov aşılarının tamamı, enjekte edilen hayvanların ölümüne neden oldu. Normal olarak aşılar enjekte edildikten sonra bağışıklık sistemi, nötralize antikorlar ve bağlayıcı antikorlar olarak iki tip antikor üreterek yanıt verir. Bağlayıcı antikorlar daha fazla üretildiğinde bağışıklık sistemi, ilkin güçlü bir savunma geliştirse de daha sonra gerçek virüse yakalanıldığında tam anlamıyla iflas eder. Bu nedenle koronavirüs aşı çalışmalarında nötralize antikorların bağlayıcı antikorlardan fazla olması hedeflense de formüle edilen bu aşıların hepsi, bağlayıcı antikorların daha fazla üretimine sebep verdi. (↳ Koronavirüs aşılarının insanlarda denenmesinin son derece riskli olduğu sonucuna varan rapora buradan erişilebilir.) Üstelik koronavirüs gibi sürekli mutasyon geçirmekte olan RNA virüslerine aşı geliştirmenin gerçekten imkanı var mı? Çok basit bir mantıkla izah edilirse, her sene grip olunabilir yani bağışıklık kazanılamaz çünkü grip virüsleri bu süreçte birtakım mutasyonlar geçirir ve sistemde tanınmaz hale gelir.
Böylesine basit ve net bir bilgiyi ustalıkla manipüle etmeye muktedirlerse elbette kitlelere, karşı koyma hakkı tanımayarak ellerindeki bu aşıları rahatlıkla zerk edebilirler.
Bu aşıların içeriğinde ne olduğunu bilmemiz mümkün mü? Nanopartikül alüminyum ve emülgatörlere bağlanmış doku kokteylleri mi? Claire Edward’ın söylediği gibi ortada bir “savaş” varsa, bu aşılar en büyük silah mı?
Evet, Covid-19 için geliştirilen aşılar üzerine sorulacak sorular, 5G’nin tüm olumsuz biyolojik etkilerinin paravanı niteliğindeki Covid-19’a neden ihtiyaç duyulduğunun cevabını verecek bize.
ID2020’yi duydunuz mu? Sağlık bilgilerinden, seyahat bilgilerine, banka hesaplarından, sosyal medya hesaplarına dek büyük çapta kişisel verilerin digital bir kimlikte barındırılacağı bir sistem geliyor. Bill&Melinda Gates Vakfı’nın kurucusu olduğu GAVI isimli küresel aşı organizasyonu ve Microsoft bu sistemi hayata geçirmek üzere, iki büyük destekçi konumunda. ID2020’nin internet sitesinde, şimdiye dek kullanılan kimlikleme araçlarının veri ihlalleri gibi zorluklar çıkardığından, gizlilik korumasında yetersiz kaldığından bahsedilirken, digital kimlikleme sisteminin herkes için gerekli olduğu öne sürülüyor.
ID2020 tarafından 2018’de paylaşılan “Bağışıklık: Digital Kimliğe Giriş” başlıklı makalede, digital kimliklerin dünyaya tanıtımında aşıların önemli rolü anlatılıyor. (↳İlgili makaleye buradan ulaşılabilir.) Nasıl? Aşılar ne gibi bir rol alıyor? Makalede, insanlara, özellikle çocukluktan itibaren yapılan aşılarla kusursuz şekilde bağlanabilen, kalıcı olarak taşınabilen digital kimlikler sunulacağının altı çiziliyor. “Genel aşılama ile sağlanacak digital kimlik programı.” Bu nasıl olabilir?
Digital kimliklerin aşılama yoluyla kazandırılmasının ne şekilde gerçekleşeceğini tahmin etmek zor değil. Bu, aşılar ile nano çiplerin enjekte edileceğini düşündürüyor.
ID2020 programını uygulama kararı, Rockefeller ve Rothschild şirketlerinin katılımcılarıyla Ocak 2020'de Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu'ndaki toplantıda alındı. Elbette bu program, Dünya Sağlık Örgütü tarafından da onaylandı ve 11 Mart’ta Covid-19, hiçbir pandemi durumuna uymamasına karşılık pandemi ilan edildi. -Bir salgının pandemi ilanı için enfeksiyonlu hastaların ölüm oranı en az %12 olmalı. O tarihlerde Covid-19’a ait ölüm oranı yaklaşık % 0.4 veya daha azdı.-
ID2020 programının uygulama kararının Covid-19’un pandemi ilanınından önce alınması tesadüf mü?
Yoksa ID2020 programını başlatmak için bir pandemiye mi ihtiyaç vardı?
Pandemi ilanı beraberinde sınırların kapatılması, sosyal etkinlikleri, seyahatleri ve gündelik aktiviteleri engelleyen yasaklar, BM ajanslarının yayınladığı muhtıralar, AB ve ABD sivil makamlarının askeri makamlara “halkın sağlığının korunması” için teyakkuz çağrısı ile sert diktatörlük yönergeleri dahası işsizliğin artması, çöken borsalar, ufukta görünen büyük ekonomik kriz ve medya tarafından sürekli çizilen distopik senaryolar, insanları, eşine az rastlanır büyüklükteki panik ve korku ambiyansı içine sürükledi. İnsanlar bu kabusu sona erdirecek tek şeyin, normale dönmenin tek yolunun aşılar olduğuna inandırıldı bile. ID2020 programı muhtemelen zorunlu aşılarla beraber uygulandığında, bu programın “kaybolan ve hasar gören sağlık kartlarından erişilebilir digital forma geçmek” için gerekli bir prosedür olduğu belirtilse, buna kim karşı çıkabilir ki? Üstelik nano çiplerin de “toplum sağlığı için sıkı önlemlerin alınması amaçlı digital takip edilebilirlik” sağlayacağı söylense, herhangi bir otoriteye gerek kalmadan güçlü bir sosyal baskı ile karşı çıkışlar engellenecektir.
Bu noktada yeni birkaç soruyla karşılaşıyoruz. Digital kimlikleme ile asıl amaçlanan nedir? Bahsedildiği gibi, aşılarla bağlanan ve taşınabilir bir digital kimlik, faydalı ve iyi bir amaca hizmet ediyor olamaz mı?
ID2020’nin resmi internet sitesindeki bilgilere ve yayınladığı makaleye geri dönersek, digital kimliklemenin “yasal ve geniş çapta tanınan bir kimlik oluşturmanın ilk adımı” sayıldığından, bu kimlikle birçok sosyal hizmete erişileceğinden ve tıpkı vatandaşlık kimliklerinin sağladığı gibi birçok haklardan yararlanılacağından açıkca bahsedildiğini görürüz. ID2020’nin ilk olarak Bangladeş’de test edileceğinin duyurulması akabinde Bangladeş hükümeti politika danışmanı Anir Chowdhury şunları söylüyor: “Bangladeş Hükümeti olarak, dijital kimlikleme sisteminin, bireylerin, hizmetlere ve geçim kaynaklarına erişimlerinde geniş kapsamlı etkileri olacağını kabul ediyor ve bu projeye öncülük etmek istiyoruz.”
Günümüzde parayla satın alınan yahut vatandaşlıktan doğan birtakım haklarla elde edilen hizmetlere digital kimlikle erişmek nasıl mümkün olacak peki? Digital sağlık kartı olarak da kullanılabilecek olan digital kimliklerin, digital banka hesap cüzdanı olarak da kullanılması söz konusu olabilir mi?
Dünya Sağlık Örgütü Genel Müdürü Dr. Tedros, dijital paraya doğru gitmeliyiz, çünkü kâğıt ve madeni para, koronavirüs gibi endemik hastalıkları yayabilir, diyor.
Sanırım Covid-19 ile digital para arasında bir cümlelik bağlantı kurun denilse, kurulabilecek en saçma bağlantı bu olurdu. Fakat öte yandan, son birkaç aydır yaşananlar gösteriyor ki, Covid-19’la dijital para arasında muazzam komplike bir bağlantı kurulmuş ve buna bizzat tanıklık ediyoruz.
Oysa ki Covid-19’dan önce de yeni bir parasal düzene geçileceği konuşuluyordu.
ABDli yatırımcı Mike Maloney, yıllar önce Gold&Silver kitabında, kağıt paraya dayalı parasal sistemin yakın zamanda sona ereceğini haber vermişti. Yine birçok ekonomist, daha önce benzeri görülmemiş bir küresel ekonomik krizin kapıda olduğunu, bu krizin yeni bir ekonomik sistemi doğuracağını ve bunun pek yakında gerçekleşeceğini söylemişti.
Büyük ekonomik kriz ve ardından kurulacak yeni ekonomik sistem öngörüsünün ve bu yöndeki söylentilerin dayanağı nedir? Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: Bildiğimiz gibi takas usülünden sonra değer ölçütü ve değişim aracı olarak altınlar kullanılıyordu. Fakat bunların taşınma zahmeti ve riskleri olduğundan, altınlar, “altın tacirleri”ne emanet ediliyor ve karşılığında, emanet edilen altınların yerine geçen yazılı senetler alınıyordu. Altın tacirlerinin güçlenip kurumsallaşarak adına banka dediğimiz yapılar halini almasıyla, kağıt para olarak bildiğimiz bu senetlerin basımı ve sirkülasyonu artmaya başladı. Altın standardı yani kâğıt paraların belirli bir ağırlıkta saf altın olarak tanımlanması sistemi, uluslararası alanda da yaygınlaşınca, artık hükümetler kağıt para basımını tekelleştirip, Merkez Bankalarını da bu amaçla yetkilendirdi. İnsanlar bu süreçte, ellerindeki senetleri yani kağıt paralarını bankalara götürdüğünde ya da altınlarını götürüp kağıt para almak istediklerinde sorunsuz bir şekilde konvertebilite sağlanabiliyordu çünkü kağıt parayla altın arasındaki değer ilişkisi yani parite, kontrolde tutuluyordu. Fakat, Birinci Dünya Savaşı ile insanların merkez bankalarından altınlarını talep etmesi ve hükümetlerin bu yoğun taleplere karşılık verememesiyle, altın standardı sistemi terkedilmeye başlandı. ABD Doları ise bu sürecin dışında kaldı. Bu durumun ABD’ye küresel hegemon güç kazandırması sayesinde, IMF ve Dünya Bankası’nın temellerinin de atıldığı 1944 yılındaki Bretton Woods’daki toplantıda ABD Doları, rezerv para birimi olarak belirlendi ve küresel ticari/finansal sistemde oldukça ayrıcalıklı bir role kavuşturuldu.
Fakat ABD, 1951-1971 arası Kore ve Vietnam savaşlarıyla beli bükülüp, ciddi mali krizler içerisine girince, 15 Ağustos 1971’de Başkan Nixon’ın onayı ile, Doların altına karşılık gelmeden basılması kararı alındı. Hükümet, böylelikle, Merkez Bankası FED’den yüklü borç alabilmek için, FED’in gerekli gördüğü finansal hamleyi resmileştirmiş oldu. Esasta, Doların önce rezerv para birimi olması ve ardından altına karşılık gelmeden basılması, ABD hükümetinden tamamen bağımsız, özel hissedarların elinde olan FED’in dolar üzerindeki tahakkümünden kaynaklı gerçekleşen olaylardı. Bu tarihten sonra istenilen sayıda ve sıklıkta dolar basmakta serbestlik kazanan FED, piyasaya fazla para sürerek, ekonomik etkinliklerin olduğu her devirde kendini açıktan gösteren, müdahale edilip engellenebilen enflasyonu bu defa sinsice büyütüp, besledi. Hükümetler, enflasyon üzerindeki nüfuzunu tamamen kaybetti. Yine, eyaletlerde yerleşik milli ihtiyatlar bankalarına mevduat sağlayarak izledikleri kredi politikasıyla hükümetleri borçlandırmaya devam ettiler. Dahası, ABD Dolarının tüm dünya merkez bankalarında rezerv para sayılması, bankalarda dolar ve tahvile daima bir ihtiyaç doğurdu. Bankalara satılan dolar ve tahviller FED ile dünya merkez bankaları arasında dolayısıyla dünya piyasalarıyla doğrudan bağlantılar kurulmasına sebep oldu. Ülkelerin ekonomilerinin felahı, dolarla olan ilişkisine bağlı hale geldi ve artık Doların domine ettiği bir sisteme, ekonomiler, borçlandırılarak boyun eğdirildi.
İşte tüm bu karşılıksız borçlanmalar gittikçe şişen bir balonu mevcuda getirmiş ve bu balon patlayabileceğinin ilk sinyallerini 2008 küresel finans krizinde vermişti. 2008 kriziyle beraber FED, 4 trilyon dolar gibi ABD tarihinde basılmamış ölçekte para basarak, bu devasa kaynağı büyük yatırım bankalarını kurtarmak üzere finans sistemine enjekte etti. Dünyadaki birçok merkez bankası da, ciddi faiz indirimleri uygulayarak bu kurtarma planına eşlik etti. Bu devasa boyutlarda sağlanan likiditeyle reel sektörün ağır bir borç yükü altına sokulmasıyla krizin sebep olabileceği daha ağır hasarlar bu şekilde engellenebildi.
Fakat tüm bu sözde kurtarma operasyonları, patlamaya hazır olan borç balonunun daha şiddetli patlamasına neden olacak ötelemelerden başka bir şey değildi. Bugün Uluslararası Finans Enstitüsü’nün bildirdiği üzere küresel borç seviyesi 253 trilyon dolar. Bu, Dünya, kazandığının üç katı kadar borçlu durumda demek oluyor. 2008’den beri geçen sürede borçlar azaltılmak yerine, 100 trilyona yakın karşılıksız para basılarak daha da katlandı. Sadece FED son 10 yılda, bastığı para miktarını yüzde 500 artırdı. Küresel borç balonunun artık patlamak üzere olduğu herkesçe farkediliyor. Ve bu balonu şişirenler olası bir gecikme riskini göze almak istemiyor. Bu sebeple, uzun yıllarca kullanılan “karşılıksız borçlandırarak yönet” kaidesi üzerine kurulu finansal sistemin kontrollü bir şekilde neden altının oyulduğu, ve daha şimdiden bir “kriz sonrası paketi”n neden devreye girdiği pekala anlaşılabilir.
ABD hükümeti, yüksek cari ve bütçe açıklarının önemli bir kısmını para bastırarak finanse etmesinin parasına ciddi değer kayıpları yaşattığını bildiği halde, bir süredir, doları rezervi tutmak zorunda olan ülkelere doların bu vaziyetini siyasi bir koz olarak kullandı. ABD hükümetinin bu şekilde, doları, farkedilir boyuttaki güç kaybını bertaraf edebilmek için bir nevi kaldıraç olarak kullanması ve ekonomik yaptırım süreci, zaten 2008 kriziyle sorgulanmaya başlanan ve gittikçe rezerv para birimi özelliği yıpranan dolar karşısında Çin ve Rusya başta olmak üzere birçok ülkeyi, “de-dolarizasyon” çatısı altında örgütlenmeye itti. Ellerinde bulunan ABD tahvillerinin önemli kısmını satan ve altın rezervlerini arttıran bu ülkeler özellikle BRICS grubu, altın standardı sistemine geri dönülmesi ve digital bir para biriminin altına karşılık gelerek kullanılması yönünde girişimlerde bulunuyor. Üstelik digital paranın artık ciddi şekilde gündeme taşınması sadece bu ülkelerin girişimleriyle gerçekleşmedi. FED, başlarda ABD hükümeti üzerine düşen rolle aynı zeminde yer aldığını göstermeye çalışsa da son zamanlarda dijital para konusundaki gerçek düşüncelerini açıkça dile getirir oldu. FED’in yönetim kurulunda yer alan Lael Brainard, California'daki Stanford İşletme Enstitüsü'nde yaptığı konuşmada, dijital para birimleri için potansiyel kullanım durumlarıyla ilgili araştırma ve deneyler yürüttüklerini, bu yöndeki anlayışlarını geliştirdikçe de diğer merkez bankalarıyla işbirliği içine girdiklerini, söyledi.
Merkez bankaları dijital para birimlerine zaten artan bir ilgi gösteriyor. Özellikle İngiltere Merkez Bankası, doların rezerv para statüsünün yerini, çok sayıda ülke tarafından desteklenen yeni bir dijital paraya bırakmasını öneriyor. ABD’nin Wyoming eyaletinin Jackson Hole kasabasında FED tarafından düzenlenen, dünyanın dört bir yanındaki merkez bankası başkanlarının bir araya geldiği toplantıda, İngiltere merkez bankası Bank of England’ın başkanı Mark Carney bunu bizzat dillendirdi.
(Mark Carney'in demeci)
Çin ve Rusya’nın merkez bankalarında digital paraları aktif olarak kullanma çalışmalarından sonra, İngiltere ve Japonya merkez bankaları ile Avrupa Merkez Bankası (ECB) da dahil olmak üzere altı merkez bankası, dijital paralar ilgili araştırma ve işbirliği için 2020 Ocak ayında bir çalışma grubu oluşturdu.
Böylelikle merkez bankaları dolarsız yeni bir finans sistemi için kendilerini hazırlıyor.
Evet, digital paraya dayalı yeni bir küresel ekonomi düzeni geliyor, Dünya Sağlık Örgütü Genel Müdürü Dr. Tedros’un söylediği üzere, dolar gibi kağıt paralar endemik hastalıkları yaydığı için değil elbette, kağıt paraya dayalı borçlandırma sisteminin sömürme kabiliyeti buraya kadar yettiği için, bu sistem miadını doldurduğu için geliyor.
Peki, yerleşik finansal düzen alenen yerinden kazınıyor olsa da, yeni bir düzenin açılışını yapmak bu kadar kolay gerçekleşebilir mi?
Belki de tüm dünyanın, doların domine ettiği bu finans sisteminin bütün problemlerin kaynağında yer aldığını, doların da Mark Carney’in dediği gibi “küresel ekonomide sürdürülebilir bir iyileşmeye engel teşkil ettiğini” son kez ve etkili bir biçimde deneyimlemesi gerekiyordur (!)
İnsanlar bunu ne ile deneyimleyebilir? Küresel bir ekonomik krizle, bir kaosla mı?
“Ordo ab chao” yani kaostan çıkan düzen anlamına gelen mottonun harekete geçmesi için bir adet pandemi imdada yetişir mi?
Bugün, Covid-19’un pandemi ilanından itibaren FED’in ve Batılı ülkelerin merkez bankalarının verdiği tepkiye bakılacak olursa, zamanında borç balonunun patlamak üzere ötelendiği tarihin açıkçası bu tarih olduğu anlaşılıyor.
Tedarik zincirlerini aylarca işlemez hale getiren, işletmelere kepenk indirterek üretimi durduran, şimdiden dev bir işsizlik dalgası oluşturan ve doğrudan reel sektörü hedef alan bir krizle karşı karşıya kalınmışken, FED ve diğer merkez bankaları finans sistemine 2008’de olduğu gibi para pompalama derdine düştü. FED’in gösterge faiz oranlarını sıfıra yakın seviyelere indirerek bankalara çok yüksek miktarda likidite vereceğini taahhüt etmesinin, yine Avrupa Merkez Bankası’nın varlık alım programıyla finansal kuruluşların elindeki kamu ve özel sektör tahvillerini alıp karşılığında likidite sağlamasının yani tüm bu finans piyasalarını borçlandırma çabalarının, krizin vurmaya başladığı reel sektörü kurtaracağını ve işsizliği önleyeceğini söyleyebilmek mümkün mü? Üstelik ülkelerin ekonomilerine yönelik gerçek bir iyileştirme programı üretmek şöyle dursun, Covid-19’un sebep olduğu hasarlar üstesinden gelinemeyecek denli derinleştiriliyor da. Dünya Sağlık Örgütü, Türkiye ve birkaç ülke hakkında Covid-19 vakalarının olduğundan daha az gösterildiği yönünde yabancı basına şikayetlerde bulunarak sağlık kurumu üzerindeki yetkesini baskı aracı olarak kullanıyor. (↳The New York Times'ın haberi) Yine “salgın bitme noktasından çok uzak”, “gevşeklik göstermeyin, Covid-19 daha uzun bir süre bizimle olacak” gibi açıklamalarıyla da dünyanın üzerine çöreklenen korku atmosferinin dağılmaması için gayret sarf ediyor. Bu nereye kadar böyle sürecek? Ülkeler birikimlerini tüketmeye devam edip küresel ekonomik çöküş artık daha görünür hale gelinceye dek mi?
IMF Başkanı Kristalina Georgieva, “Covid-19 pandemisinin yarattığı kriz, 1930'larda yaşanan Büyük Bunalım'dan daha ağır olacak”, diyor ve ekliyor: “Dünyanın yarısı, küresel ekonomide yaşanan çöküş nedeniyle IMF'den yardım istiyor. IMF de gelen talepleri çok hızlı bir şekilde karşılayacaktır zira bugün yaşadığımız acil durum, bugüne kadar olanların hiçbirine benzemiyor.” IMF, bu çöküş sürecinde bir kurtarıcı rolünde mi yoksa bir katalizör görevinde mi? “Pandemi sebepli ekonomileri zarar gören ülkeler için 1 triyon dolarlık borç kapasitesine sahibiz” diyor IMF. Anlaşılan, IMF, Dünya Bankası, FED ve diğer merkez bankaları bu süreçte, borç balonunun patlamadan hemen önceki şişkinliği alması yönünde hemfikir.
Hükümetler, birikimlerini tüketir haldeyken yeni borç yüklerinin altına sokularak iflasın eşiğine dayandırılıyor. Amerikalı yatırımcı ve finans uzmanı Jim Rogers, henüz Covid-19 ortaya çıkmadan önce, benzeri görülmemiş yıkıcı etkiye sahip bir küresel ekonomik krizin gelmekte olduğunu, birçok hükümetin borçlarından kurtulabilmek için satışa çıkarılıp güçlü finansal lobilerin denetimi altına gireceğini ve yine yakın bir gelecekte Avrupa’da faşist otoriter yönetimlerin kurulacağını haber vermişti.
İlginçtir ki, bugün hükümetlerin özelleştirilmesi konuşuluyor.
Federal borç düzeyinin toplam bütçenin yüzde 26’sına ulaştığı ABD’de son iki ayda 30 milyon insanın işsiz kaldığı biliniyor. Eyaletler bu süreçte işsizlik fonundaki paraları çoktan bitirdi ve federal hükümetten borç almaya başladı. Yine, 64 Avrupa ülkesinde 58 milyon kişi işsiz kaldı ve bu sebeple toplanan gelir vergisi bir hayli düştü. Üstelik, üretimin durma noktasına gelmesine karşın işsizler için sağlanan sosyal yardım ve bağış paketleriyle birikimlerin tüketilmesi artı borçlanmalar, özellikle belediyelerin bu borç yükü altından kalkamayıp özelleştirileceği ihtimalini doğurdu. İçinde bulunduğumuz süreç ise, hükümetlerin bile özelleştirileceği ihtimalini gün geçtikçe güçlendiriyor.
Tevekkeli değil, tıpkı 11 Eylül’den sonra Yeni Dünya Düzeni’ni dillerine pelesenk edenler şimdi tüm dünyada ekonomik ve yönetimsel dengelerin biçimlendirileceğinden, toplumların Tek Dünya Devleti’nın eşiğinde olduğundan bahseder oldu.
İnşası süren bu yeni dünyanın ekonomi ve yönetim sistemi içerisinde insanların payına ne düşecek peki? Sanki tüm toplumların maskeli iştirak ettiği “Yeni Dünya”ya giriş için tertiplenen bir kutlamanın ertesinde, insanlar nasıl bir gerçeğe uyanacak? ID2020 ve beraberinde yürütülecek çipleme programları “Covid-19’dan sonrası olası pandemilere ancak dijital teknoloji ile tedbir alınabilir” argümanı arkasında dünyanın başına gelecek en komplike kölelik sisteminin dizayn çalışmasını haber veriyor bize. Aslında komplike olan, bir gerçeği örtmek için kullanılan tüm argümanların algoritması, “kölelik” ise belki de tarih boyunca böylesine yer etmeyecek yeryüzünde. Nasıl olacak da insanlar her anlamda köleleşecek?
ID2020 programı kapsamında aşılama ile enjekte edilecek nanoçiplerin bir tür dijital paraya dayalı dijital hesap cüzdanı olarak da kullanılacağı açıkça bildiriliyor. Yine çiplendirmeyle gerçekleşecek nakitsiz ve temassız ödeme yöntemi üzerine farklı şirketler ve oluşumlar elinden çıkan birtakım çalışmalar da ID2020 ile senkronize şekilde yürütülüyor. Yakın zamanda, Three Square Market isimli ABDli bir şirket, alışveriş merkezlerinde otomatlar tarafından algılanan, işaret ve baş parmak arasına implante edilebilen bir mikroçip tasarladı ve bunu dünya pazarına sunmaya hazırlanıyor bile.
Yine özellikle İsveç’te ve birkaç ülkede özel girişimcilerin kurduğu şirketlerce üretilen mikroçip implantları ve bu çiplerle gerçekleşecek nakitsiz alışveriş tasarısı büyük ilgi görüyor. (↳ İsveç'te microçip çalışmalarını yürüten şirket: Biohax)
Cilt tabakası boyunca tarayıcı cihazların algılayacağı sinyaller ileten özel işlemcili bir çeşit barkod görevindeki bu implant çiplerle, işlemciye tanımlanmış digital para bakiyesi üzerinden alışveriş yapılabilecek. Her bir çipin mikro işlemcisine kayıtlı benzersiz nitelikteki ID numarası da ana sunucu tarafından tanınacak, merkezden takip ve kontrol sağlanabilecek.
Bu noktada, bu uygulamaları çipli kredi kartlarıyla yapılan ödeme yöntemi ile kıyaslayıp tek farkın bu nano ve/veya mikroçiplerin cilt altına yerleştirilmesi olduğunu söyleyebilirsiniz. Arada büyük farkların olduğunu belirtelim. Bankaların sağladığı çipli kredi kartlarını kullanıp kullanmama konusunda insanların seçim hakları devreye girebiliyorken, Covid-19 pandemisi ile piyasaya hakim kılınacak digital para sisteminin kullanılabilmesi için insanların çiplenmekten başka bir seçeneği kalmayacak. Bu konuda insanlara seçim hakkı bırakmayan, alternatif bir finansal sistemin olmadığı zorbalıklarla dolu bir gelecek “teknoloji cildinizin altında” gibi heyecan uyandırıcı birtakım sloganlarla getiriliyor.
Öyleyse bile bahsini ettiğimiz o transhümanizm soslu kölelik nerede başlıyor, değil mi?
İnsanların ekonomik etkinlikleri şimdiye dek, “borçlandırarak yönet” kaidesi üzerine kurulu bir finans sistemine bağlı olsa da, insanlar, bu sistemde en azından kazançları üzerinde belli bir iradeye sahiptiler. Şimdi, digital hesap cüzdanı olarak da kullanılacak çiplerin merkezi takip ve kontrol edilebilirliği, insanların kazançları üzerindeki işte bu iradesini tamamen sona erdirecektir.
Üstelik digital hesap cüzdanlarına sahip olmayanların, halihazırdaki sistemde kağıt parayla yeterince dolu olmayan cüzdan sahiplerinin yoksul sayılması gibi görece daha basit bir sistem dışlamasına uğrayacağı söylenemez. Bu dışlanma, yoksulluğun da ötesinde büyük zorlukları beraberinde getirecektir.
Birileri, Yeni Ahit Vahiy 13’ü her anlamıyla dünya hayatına yansıtıyor gibi. Ne diyordu? “Canavar, küçük büyük, zengin yoksul, özgür köle, herkesin sağ eline ya da alnına bir işaret vurduruyordu. Öyle ki, bu işareti, yani canavarın adını ya da adını simgeleyen sayıyı taşımayan ne bir şey satın alabilsin, ne de satabilsin.”
ID2020’nin her şeyden önce bir digital kimliklendirme programı olduğunu hatırlayalım. O halde, bu kimliğe sahip olmayanlar sadece digital hesap cüzdanı sahibi olmamanın getireceği büyük zorluklarla mı karşılaşacak?
İnsanlar kimlikleri olmadan ne yapabilir? En basitinden, varlıklarını ortaya koyabilirler mi?
Dünya insanı olduğunu göstermenin, hükümetlere mevcudiyetini ispat etmenin yolu öğretildiği ve dayatıldığı biçimiyle kimlik sahibi olmaktır; Yeni Dünya’nın kimlik anlayışındaysa, digital kimliğe sahip olmayanlar yok sayılacaktır. Esas soru şu: Digital kimliğe sahip olanlar var sayılacaklar pekala ama gerçekten yaşayacaklar mi?
Damgalanarak, haliyle takip edilerek ve denetlenerek…
Her bir haneye ve her bir insanın tepesine kamera dikmek mümkün değilse de herkesi çiplemek mümkün halde; elbette şu son derece makul(!) gerekçelerle:
“İnsanlar çiplenerek kimlik sahibi olmalı çünkü günümüzün metalaştırılmış hesap cüzdanları ve sağlık kartlarının kaybolma riskleri var.”
“İnsanlar çiplenerek kimlik sahibi olmalı çünkü ayrı hesap cüzdanına ayrı sağlık kartına gerek yok, bu nesnel kimlikleri taşımak insanlara ciddi külfet kaynağı, hepsi tek bir kimlik programı içinde yer almalı.”
“İnsanlar çiplenmeli çünkü teknoloji kör edici bir hızla gelişiyor.”
ve en mantıklısı(!):
“İnsanlar digital para kullanmalı çünkü kağıt paralar endemik hastalıkları yayıyor.”
vs…
Aptal yerine konulduğumuzu düşünmüyor musunuz?
Dahası da var, sözüm ona kanaat önderleri, uzmanlar ve toplum mühendisleri tarafından bu gerekçelerin içi sürekli doldurulmak isteniyor. Özellikle bilimsel-teknolojik elitler, Yeni Dünya’nın kuruluşunu saplantı haline getirenlerin bir çeşit propaganda aracı haline geldi ve günden güne artan, dünya halklarını daha sıkı saran esareti “teknolojinin durdurulamaz gelişimi” olarak yorumluyor. Bunların etkisi altına girmiş kitleler tarafından, bırakın çiplenmeye, olumsuz biyolojik etkileri su götürmez 5G’ye bile bir karşı duruş sergilendiğinde, “çağdışılık”, “insanlığın gelişimini baltalayan geri kafalılık” vb. yaftaları yapıştırılıyor. Medyanın ipleri kimin ellerinde? Bilgi istenildiği gibi eğilip bükülebiliyor ellerinde. Örneğin, Elon Musk’ın en yeni girişimi, beyinleri doğrudan makineye bağlama projesi Neuralink hakkında medyadan ne duydunuz? “İnsanlık için muhteşem bir nöroteknolojik buluş geliyor. Bu projeye göre, nöronlar, binlerce küçük iplikle başın deri altına implant edilecek çiplere ve bu çipler de kulak arkasında çıkarılabilir bir bluetooth kumandasına bağlanacak. Böylece düşüncelerle telefon, bilgisayar gibi nesneler kontrol edilebilecek.” Evet, medya buraya kadar söyler. Fakat bu tarz beyin-makine arayüzlerinin saldırıya uğrama risklerinden asla bahsetmez, ABD Savunma Bakanlığı’nın bir kanadı olan İleri Teknoloji Savunma Projeleri Ajansı’nca (DARPA) finanse edildiğinden de… Öyle ki, düşüncelerin gözetlenebileceği, yeni anıların yerleştirilip mevcut anıların söndürülebileceği yani her anlamda beyinlerin istila edilebileceği bir teknoloji ile karşı karşıya kalınsa da, bu, insanlar tarafından en çaresiz ve karşı koyabilme gücünden mahrum kalındığı an fark edilecektir.
Valery Legasov’un benzetimiyle, söylenen her yalanla gerçeğe borçlanma sürüyor. Gerçek, ne vakit borçları tahsil edecek? İnsanlık, bir zamanlar dünya üzerindeki müspet hakimiyetin ürünü bilim ve teknolojiyle artık refaha, mutluluğa değil de kaosa tırmanırken, gerçeğin yanında durabilecek mi? Oysa herkes bir şekilde farkında, dünya gittikçe kararıyor. Çoğu, bu berbat gidişe son verecek bir kurtarıcı bekliyor. Bir kurtarıcı gelmeyecek elbette. Karanlığın en koyu noktasına doğru yol alırken dünya, güneşi, kurtarıcı bekleyenler değil, kolları sıvayıp harekete geçenler, gerçeğin yanında durma gücüne ve cesaretine sahip olanlar getirecek. Dünyanın kendisine tahsis edildiğine iman edenler, tuzaklara karşılık tuzaklar olduğunu er ya da geç bilecek.
Bu kadar kapsamlı konular ancak bu kadar özünden yakalanıp derlenip toplanıp güzelce bağlanabilir ve kolay anlaşılır kılınabilirdi. Yazınıza yansıyan gerçekçi yaklaşım, düşünsel netlik ve düzen, beni gürültülü ve havası kirli bir ortamdan sıyrılıp tertemiz havadan derin bir nefes almak ve sükunet bulmak gibi etkiledi. Dilerim yolunuz açık, göğsünüz hep ferah olsun.