UĞUR MUMCU-5-

YAZARLAR

UĞUR MUMCU DAVASI, TÜRKİYE’NİN KESİK DAMARIDIR...

Yazan Mustafa DÖNMEZ

Uğur Mumcu’nun çalışmaları devletin bir kanadını, yerli ve yabancı gizli servisleri, bunların devlet içindeki uzantılarını, uyuşturucu kaçakçılarını ve işbirlikçilerini karşısına almaya yetmişti. Elindeki bilgi ve belgeler bu grupları rahatsız etmişti. Yargılama sonrası yakalananlar olmasına karşın toplum içinde bu cinayeti yapanların devlet içinde olabileceği kuşkusunun az olmaması bu nedenledir. Devleti, kamu kaynaklarını soyanlar, çıkarcılar, menfaatlerinin bozulacağını anlayan grupların, Uğur Mumcu gibi yurtsever, örnek bir insandan kurtulmak istemiş olamazlar mı? Uğur Mumcu’nun katledilmesi kimin/kimlerin işine yaradı?

Bir önceki yazımda belirtiğim Uğur Mumcu’nun kritik yazısında araştırdığı yakıcı konu; Uğur Mumcu katledilmesinden on gün kadar önce DEP (Şimdiki DEM partisinin selefi) Milletvekili Yaşar Kaya’nın adını vererek son yıllarda Avrupa’nın birçok kentinde yakalanan kaçakçıların PKK militanı olduklarını ve bunların ilgili ülkelerin kolluk görevlilerine ve savcılarına verdikleri itiraflarını yazmıştı. Akdeniz’de 3500 kg. Eroinle yakalanan ve batırılan Kısmetim 1 gemisi ile Gürcistan sınır kapısı Sarp gümrüğünde ele geçirilen 1500 kg. baz Morfin ile 18.000 kg uyuşturucudan söz ediyordu. Bu günkü piyasa değeri yaklaşık 70 Milyar dolar. Çok uluslu kaçakçılık örgütlerinin elde edeceği paralarla Türkiye’deki kanlı kargaşada silah ve mühimmat olarak kullanılacağını açıklıyordu. (CIA iç ayaklanmaları ve savaşları bu şekilde finanse eder) Mumcu işin önemli boyutunu keşfetmişti. Sıra detaylardaydı. Onları da istiyordu. Tüm çalışmalarını terör ve bağlantıları üzerine yoğunlaştırmış, birtakım bilinmeyenleri bulup kamuoyunun bilgisine sunma gibi istihbarat örgütlerinin hoşuna gitmeyecek uğraşılara dalmıştı. Uğur Mumcu; İsrail gizli servisinin Kürt gruplarla ilişki içinde olduğunu, hatta CIA ile birlikte Kürtleri destekleyip yönlendirdiklerini yazıyordu. “Ortadoğu’ya yıllarca yön veren ya da yön vermek isteyen bunda da başarılı olan Batılı hükümetler ve petrol şirketleridir. Belirleyici olan Petro-Dolardır. Halkları birbirine düşüren de odur” diyordu. PKK’nın sivil, asker, sanatçı, siyasetçi, bürokrat bağlantıları kimlere uzanıyordu? Sınır kapılarında bu örgütü kimler koruyordu. Hizbullah örgütünün arkasında kimler vardı? Abdullah Öcalan ile yakınları MİT elemanı mıydı? A.Öcalan neden Türk vatandaşlığından çıkartılmıyordu? Bu konuları detaylıca araştırıyordu. Avrupa uyuşturucu pazarını elde tutan kişiler A.Öcalan’ın yakın arkadaşları olduğunu fark etmişti. PKK’nın paralarına ve servetine yurtiçi ve yurtdışında neden devlet el konulması için uğraş vermiyor? Diye soruyordu.

CEPHANE TAŞIYAN GEMİ NE OLDU?

Hangi ülkeden hareket ettiği belli olmayan esrarengiz bir gemi boğazlarımızdan geçiyor yükünü de kereste olarak bildiriyordu. Bu sırada güvenlik kuvvetlerimizi kimliğini saklayan bir şahıs arıyor ve Kaptan ve tayfalarının çoğunluğu Rum olan geminin taşıdığı yükün kereste olmadığı silah yüklü olduğunu bildiriyordu. Güvenlik kuvvetlerimiz ihbarı ciddiye alarak gemiye baskın yaptılar. İhbar doğru çıkmıştı. Yük bildirilen yük değildi. Gizli bölmelerinde akla hayale durgunluk verecek miktarda, her türlü saldırı silahları, el bombaları, uzun namlulu silahlar, makineliler, patlayıcılar (Amerikan yapımı C-4 plastik patlayıcılarda dahil) ve nice savaş teçhizatları ortaya çıktı. Dünya medyası ve bizde Türk Silahlı kuvvetleri envanterinde olmayacak kadar gelişmiş silah mühimmat ve teçhizatlardan bahsediliyordu. Bir orduyu her türlü ikmalini karşılayacak büyüklükte bir yığınak ele geçirilmişti. Türk yargısı olaya el koydu. Tutuklamalar başladı. Soruşturma Rum-Yunan istihbaratından başka yerlere ulaşmaya başlıyordu. Bu sırada hayret edici bir olay gerçekleşti. Aradan haftalar geçmiş soruşturma derinleşmişken birden İran; ‘el konulan silah, mühimmat ve teçhizatlar benim’ diyordu ve kendilerine teslim edilmesini istiyordu. Yine beklenmedik garip bir şekilde Cumhurbaşkanının yargıya müdahalesi idi. O dönemin yancı yazarları ve yalakaları ona ‘dünya lideri’, ‘vizyon sahibi’ gibi yakıştırmalar da bulunuyordu. Cumhurbaşkanı Özal sahne alıyordu. Hak, hukuk, adalet kavramını bir yana bırakarak Yargıya direk müdahale ediyordu. Üstelik ‘Bu işi yargıya kim tevdi etti diye çıkışarak’ Olmayacak zorlamalarla el konulan silah mühimmat ve teçhizatlar İran’a teslim edildi. Olacak şey değildi ama oluyordu. Bu sonuç Yunan- İran ve ABD ve İsrail iş birliğinden başka bir şey değildi. Bugün bu iş birliği değişti mi? Bu iş birliğine yeni devletler eklendi.

Bu olayın detaylarını bilen ve anlatan Cumhuriyet Savcısı yargılandı. Ferit Ergül takma isim kullanarak Türk Milletine açıklama yapan Savcının gerçek ismi Ömer Koçaslan idi. Ömer Koçaslan hangi suçlamalarla yargılandı derseniz? "Kişilik haklarına tecavüz ve devletin maneviyatını zaafa uğratmak" suçlarını işlediği iddiasıyla ...’’ Sonuç; yıllar süren davalar sonucunda namuslu Savcı ve Hakimler sayesinde beraat etti.

Bu arada TBMM araştırma komisyonu şöyle bir rapor hazırladı. Özetle; “PKK, Hizbullah ve İslami terör iç içedir.” diyordu. Türkçesi; ABD, İsrail, Almanya, Fransa, İran ve İngiltere gizli servisleri ortak hareket ediyorlardı. Her ülkenin gizli servislerinin kendine özgü özellikleri vardır. İngilizler; kandırma ve yemleme usullerini kullanırlar. Almanlar; Şiddet ve hile. İsrail ve Amerika istihbarat servisleri ise ‘tehdit, şantaj, yansıtma ve imha’ (Projeksiyon’ yani yansıtma denilen psikolojik mekanizmayı önyargı ve gerçek dışı imaj üretmekte kullanırlar. Projeksiyon, kendileri tarafından yapılan kurgu içinde ki kötülükleri, hedef seçilen grup (örgüt) veya kişilerin üzerine yansıtırlar/atarlar. Amaç; hedef alınan kişiler insanlıktan çıkartılarak her türlü kötü muameleyi hak eder hale getirilmesidir. Buna karşın yansıtmayı yapan grup iyi, güzel, akıllı, dürüst vb. olurlar)

Aydınlanma yolunda ilerlerken, aydınlanmanın ışığının kitlelere ulaşması her devirde engellenmek istenmiştir. Işığın getirdiği aydınlıktan bilgiden ve gerçeklerden karanlık ilişki ağlarını çıkar ilmekleriyle örüp, halkın yarınlarını çalanlar, korkarlar ve bu korkuyla da sürekli baskı yaparlar, zulüm yaparlar ve ölüm emirleri yağdırırlar. Müesses Nizam dedikleri düzen hak düşmanlığıdır. Onların tek korkusu vardır. Halkın direnişidir. Bu nedenle halkları, kişileri birbirine düşman edecek onları birbirinden ayıracak söylem ve yöntem geliştirirler.

Küresel sistemin, hizmetlileri, casusluk gittikçe korkunç bir şekil alıyor. Bu bela ayrı ayrı hepimizin başında dolaştığı gibi yurdumuzun üstünde ve içinde de ecel gibi, elektrik gibi dolaşmaktadır. Bu görünmeyen belayı yurttaşlara tanıtmak onların neler yapmaya kadir olduklarını belirtilmesi, devlet düşmanlığı olarak algılamak kimin/kimlerin işine yarar? Başına işler getirilen, dürüst ve örnek yurtsever kişilerin hatta yakınlarının felaketine sebebiyet verilmesi sıradan bir hal almıştır. Katıksız Türk Milletine onur ve şerefleriyle hizmet eden kişilerin tasfiye edilmesi buna karşın her türlü kumpası kuran kirli kişilerin suçları her yönleriyle ortaya çıkarılsa bile yargılanamıyor olmaları üzerine düşünülmelidir. Çünkü olimpik halkalar gibi suç zincirleri birbirine bağlıdır.

Ayrıca MOSSAD, CIA ve MI6’nın VEVAK içinde ki istihbarat casuslarından onlarcası deşifre edildi. Aynı olay bizim istihbaratımız içinde geçerlidir. Düşman istihbaratı adına çalışan kirli kişilerin bir kısmı suçüstü yakalandı. Kurumlarla ilişkileri kesildi.

Medya, medyalröz olmuş yaylım ateşi açmakta iken İsmail Saymaz’ın Radikal’de “Yarbayın çukuru” dediği, Zir Vadisine ve başka yerlere o mühimmat ve silahları koyanlar/koyduranlar her delili ortaya çıkmışken bugün bile ortaya çıkartılamıyor ve yargılama konusu yapılamıyorsa ve Medya’da hiçbir kalem yazamıyorsa bunun nedeni ne olabilir? Kumpas delillerini tek yayınlayan Barış Terkoğlu idi ve yayınladığından sadece 5 saat sonra tutuklandı. Savunmasında “Mustafa Dönmez ’in kumpasa uğradığı davanın nesnel delillerini yayınlandığım için suçlanıyorum. Asıl neden budur biliyorum” dedi.

Neden hakkımda 300 binin üzerinde asılsız haber yapıldı. Onlarca (37) suç dosyası hazırlandı ve iftira atıldı? Bu sorunun cevabı yazılarımın içindedir.

BİLE BİLE LADES OLMA DÖNEMİ; AHLAKSIZLIĞIN, ÇÜRÜMENİN ZİRVESİDİR.

İzine ihtiyaç yokken zoraki izine çıkar ve ardından, ‘firar etti’ kampanyasını tüm havuz medyasında ilk haber olarak verilmesine karşın, kurumların başında ki insanların sessiz kalmaları, her hafta ekran başında açıklama yapan İlker Başbuğ’un bu konuda hiç konuşmaması tesadüf olabilir mi? Firar etti yaygarası başladığında teslim olmak için merkez komutanlığına gittiğimde ‘bize değil polislere teslim ol denmesi, resmi evraklarda tahribat yapılması, firar dedikleri süreç içinde iki kez pusu kurularak suikast yapılmasından kıl payı kurtulmam, Ankara Merkez komutanlığında görevli şimdi emekli olan Albay A. Şahin’e karşı getirdiğim suçlamaların 10 senedir sonuçlanmamasına ne demeli?

Cezaevinde iken aynı hücreyi paylaştığım eski MİT başkanı, tüm olup bitenler hakkında ‘Mustafa içerdesin şükret’ demişti. Bu vatansız, halk düşmanı canilerle cezaevinde mücadele ederken düzmece bir şekilde oğlumun trafik kazasında öldürenler de elbet bir gün ortaya çıkacak. Üzerinde tek çizik olmayan üstün zekalı Alp Kaan’a trafik kazasında öldü raporu veren doktorların varlığı ve getirdikleri açıklamalarda ilginçtir. Tıpkı Silivri FETÖ Mahkemesi başkanı H.H.Özese türünden bir açıklamadır.

Kimisi zevk ü işrette,

Kimisi saz ü beşarette,

Kimi bela vü mihnette,

Dün olmuş günleri gördüm.

DEVLET TERÖRÜ

Uğur Mumcu’nun tüm yazı ve söylemlerine, ölümünden sonra yazılanlara, mahkeme dosyasına baktığımda kurgu aynı ellerden çıkmış sanki. Tıpkı Ergenekon ve türevi davalarda ki eli görüyorum. Bu nedenle halkımız gibi bende onun davası ve sonucuna zerre ikna olmadım. Adalet etik bir değerdir ve hukuk bu etik değeri yansıtmalıdır. İçimizdeki işbirlikçileri, karaçalıcıları, bunlara yardım edenleri, sorumluluk makamında otururken sessiz kalan korkakları, aktarırken sıradanlığın en gerçek ve yalın halini anlatmaya çalıştım. Görünmeyeni görenlere, hiç değilse görmeye çalışanlara yazdım. Çünkü her yazılı metin özünde bir tarihsel anlatıdır. Düşüncenin belli bir tarafa çekilmesine şiddetle karşı çıkan, Nietzsche’ye inat bilmediğiniz bir şeyi değil doğruluğunu bildiğiniz ve tekrar etmeye korktuğumuz bir konuyu Uğur Mumcu üzerinden yazdım; devlet terörü…

Oysa her devlet hukuki meşruiyetini toplumundan alır. İnsanın üç temel hakkı olan hayat, hürriyet ve mülkiyetin, ülkenin güvenliğini sağlamak devletin görevidir. Çünkü kanunların yaptırma gücü devlettir. Daha açık bir deyimle, kanun, devletin polisi, jandarması, ordusudur. Kanunları kullanarak suç uydurmak, kutsal sayılan insan mahremiyetine girmek, vatandaşın evini, yurdunu talan etmek devletin kurumları içine sızmış hainler tarafından yapılıyorsa bunu birkaç kişiye mal ederek geçiştirmek mümkün görünmemektedir. İnsani, ahlaki ve vicdani değerleri hiçe sayan uygulamalar, ‘İnsanım, insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir’ olgusunu içselleştirmiş kişiler dahi devlet terörü söyleminin belgelenerek nesnelleştirilmiş, halini gördüğünde eminim, ‘bu kadarı da olmaz’ diyecektir. Çünkü ‘hukuk devleti’ ilkeleri içinde görev yapmakla yükümlü organların yasa tanımaz bir tutum içine girmesindeki tehlike önemsememezlik edilemez. Aksi, insanlığın yüzyıllar süren mücadelesi sonucu elde ettiği hukuksal kazanımlardan geriye dönüş olur. Demokrasinin kuralları vardır. Kuralsız davranan her kurum adı devlet de olsa çeteye dönüşür ve kollektif bir barbarlığın patlak vermesine neden olur. En yalın haliyle demokrasi, ‘otoriter ve totaliter rejim karşıtlığıdır.’ İnsanoğlu kurallar içinde yaşar. Kurallara göre davranmayanlar tiranların kurduğu düzenden nemalanan sistemin memurları olarak adlandırılırlar ve meşruiyetlerini birbirlerinden alırlar. Hukuka bağlı devletlerle, bağlı olmayan devletlerarasındaki bariz fark, birincisinde devleti idare edenlerin keyfi hareketlerine set çekilmiş olması ve her işinde kanuna tabi oluşudur...

SEVGİ SELİ

Uğur Mumcu’nun cenazesine katıldığımda Üsteğmendim ve Türkiye’nin en uç doğusunda görev yapıyordum. Cenazeye üzerimdeki üniformayı değiştiremeden katıldım. Yaşadıklarım ve gördüklerim Milletimize ve Devletimize olan umudumu her daim canlı tutmuştur. Cenazesi Kadim Türk Milletini birleştirdi. Kalabalığın bir ucu Kızılay diğer ucu Tandoğan’a uzanmıştı. Milyonların katılımından kortej ilerleyemedi. Devletin helikopterleri havadan, vatandaşlarımız karadan Uğur Mumcu’nun naaşına attıkları çiçekler, Sadece Uğur Mumcu’nun tabutunu değil ana caddeyi de kaplamış, adeta görünmez yapmıştı. Uğur Mumcu halkının sevgisini kazanmış biriydi. Çok sevdiği halkı onu son yolculuğunda yalnız bırakmamıştı. Katılanların çoğunluğu ağlıyordu ne ilginçtir ki o gün gökyüzü de sanki ağladı. Yürüyüş başladığında çiseleyen yağmur herkesin sırılsıklam olacak kadar yoğunlaşmıştı. Milletimiz hep bir ağızdan ‘Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak. Uyan uyan Gazi Kemal, şu feleğin işine bak’ şarkısını söylüyordu.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.