Yazan: Muammer KARABULUT
Hürriyet gazetesi(bkz) henüz Ergenekon duruşmalarının başlamadığı bir zamanda (25 Ağustos 2008) teröristbaşı rolünü oynayan Abdullah Öcalan’ın, "Bu Amerika’nın doğrudan operasyonudur" gibi ilginç bir açıklamaya yer verdi.
Kullanışlı bu aparatın açıklamasından sonra Silivri’de, 20 Ekim 2008'de başlayan Ergenekon duruşmasına müdahil olmak isteyen DTP’li milletvekilleri ve Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu da katıldı.
DTP Milletvekilleri Ahmet Türk, Sebahat Tuncel, Akın Birdal ile Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, müdahillik dilekçesi verdi.
Bugün CHP saflarında Milletvekili olan dönemin Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu da Savaş Buldan'ın eşi Pervin Buldan, Musa Anter'in oğlu Dicle Anter, Vedat Aydın'ın eşi Şükran Aydın, Mehmet Sincar'ın eşi Cihan Sincar, Serdar Danış'ın kardeşi Yakup Danış adına müdahillik talep etti. Mahkeme ertesi gün yalnızca Şebnem Korur Fincancı ve Cumhuriyet Gazetesi'nin müdahillik taleplerini kabul etti.
Böylelikle ABD kaynaklı, CIA ve MOSSAD operasyonu FETÖ eliyle yapılırken, DTP ve uzantılıları müdahillik talebinde bulundu.
Hedefte, ABD’nin çizgisinden çıkmak isteyen Türk Silahlı Kuvvetleri ve onun üst düzey komuta kademesi vardı. Eğer bu aşamada TSK susturulursa Türkiye’yi istedikleri gibi yönetmek ve kontrol etmek çok kolaydı.
Başlangıçta neredeyse hiç görünmeyen, CIA ve MOSSAD’ın ülkemizdeki bazı etnik kimlikler ile birlikte beslediği FETÖ gibi din maskeli grupların önüne bir dava kurgusu koyarak istemedikleri kişileri Ergenekoncu diye etkisizleştireceklerdi. Yıllardır devletin neredeyse tüm kurum ve kuruluşlarında varlıklarını sürdüren, basın-yayın organlarında etkili duruma getirilen bütün unsurlar, olmayan bir örgüte yani kendileri tarafından var edilen Ergenekon’a karşı olacaklardı.
REAKSİYONU KİM YAZDI?
İşte bu dönemi daha iyi anlamak için, Ergenekon sanığı olarak, İstanbul Silivri Cezaevi’nde kurulan Özel Yetkili 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, 13 Haziran 2013 tarihinde yaptığım savunmadan(bkz) önce hiç gündeme gelmeyen, sonrasında da kamuoyunun bilgisi dışında kalan ve alıntı olarak da yayınlanmayan, REAKSİYON isimli bir belgeden bahsedeceğim:
Ergenekon iddianamesi hazırlanırken savcılarının dayanak olarak kullandığı 3 belgeden birisi REAKSİYON, ikincisi Ergenekon/Analiz ve üçüncüsü de LOBİ’ydi.
Fotokopi olan her üç belgenin mahkemede asılları olmadığı gibi kimler tarafından yazıldığı da belli değildi. Fakat 3 belgede de Ergenekon adında bir örgütü var etmek için sonradan giriş kısmına, “Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde faaliyet gösteren Ergenekon" eklenmiş. O dönem yani 1999’da bu belgelere kim, “Ergenekon” ve “Türk Silahlı Kuvvetleri”ni eklediyse bu tertibin başlangıcında ve devamında da onlar vardı.
AKP’NİN ERGENEKON İLE İLGİSİ YOK!
Tarih 1999 olduğuna göre, o tarihlerde AKP Hükümeti, soruşturmayı başlatan Savcı Zekeriya Öz, yargılamayı yapan özel yetkili hakimler ve 2008 yılında Ergenekon adı verilerek başlatılan operasyon kapsamında tutuklanan kişiler de yoktu. Ama bu belgelere “Ergenekon” adını ekleyerek var edenler varmış!
Anlaşılan Ergenekon Operasyonu 1999 tarihinden sonra yapılacakmış, o tarihte İstanbul Başsavcısı ve devletin diğer kurumlarından yeterli destek alınmayınca rafa kaldırılmış. Bu bağlamada ayrıntıya girmeden söz konusu REAKSİYON isimli belge üzerinde olup biteni anlamaya çalışalım…
29 EKİM VE 10 KASIM
REAKSİYON isimli belgenin kapağında tarih olarak, İstanbul/ Kasım 1999 yazılıydı. Muhtemelen Kasım’ın önüne “10” tarihi koymamışlar ama var gibi gözüküyor. Çünkü Ergenekon iddianamesine dayanak yapılan, “Ergenekon Analiz Yeni Yapılanma Yönetim ve Geliştirme Projesi” isimli belgenin kapağında ATATÜRK ve silah arkadaşlarının fotoğrafı ve altındada “29 Ekim 1999” tarihi vardı.
Tertibi yapanlar, ATATÜRK’ün önderliğinde kurulan Cumhuriyete gönderme yaparak “Ergenekon” belgesine 29 Ekim; “REAKSİYON” başlıklı rapora da 10 Kasım tarihini vermişler.
Türkiye’de küresel güçlerin önünü açmak için faaliyet gösteren, CIA ve MOSSAD için, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ATATÜRK üzerinden savunanlar, milleti ile bölünmez bütünlüğünden yani üniter devletten yana olanlar, TBMM’nin varlığını ileri sürenler, kısaca 1924 Anayasası’na sadık kalanlar artık, “Ergenekon Terör Örgütü” üyesi olmuşlardı.
Söz konusu bu sözde Ergenekon üyeliği yalnızca, “REAKSİYON” adı verilen ve daha çok rapor niteliğinde olan bu belgede de görünüyordu.
İlgili rapor, “Etnik/Fundamentalist Bölücü/Yıkıcı Unsurlar Analiz ve Tasfiyesi Projesi”’ydi. Yine raporda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni hedef alan AKSİYONLARA karşı, REAKSİYON gösterilmesi gerekliliği özellikle belirtiliyordu. Doğal olarak Türkiye’de Ergenekon tertibinden sonra iyice hissedilir olan başta FETÖ ve PKK gibi benzer yapılanmaların varlıklarının devamı isteniyordu. Ergenekon davasında yaşananları belki, “BUSH Doktrini” olarak da bilinen, “ÖNLEYİCİ HİZMETLER” adı ile de açıklayabiliriz.
Daha açık bir ifadeyle küresel şebeke, REAKSİYON isimli belgeye baktığında kendisine karşı mücadeleyi görmüş, kullandığı köktendinci ve etnik unsurları artık kullanamayacağını da anlamıştır. Onun için iddianameye konu olan REAKSİYON isimli belge bu kapsamda değerlendirildiğinde belki MGK’nın, konuyla ilgili kişi ve şirketlere hazırlattığı veya ilgili kişi ve şirketlerin kendi gayretleri ile sunduğu bir analiz olduğu çok açıktır. REAKSİYON adlı belge ile bir örgüt var edilemeyeceği gibi iddia olunan bir örgütün de kurulmuş olduğuna ilişkin en ufak bir emare bulunmamaktadır. Tam tersi Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını korumak için hazırlanmış, güya ilk kez 2001 de, Tuncay GÜNEY’in yakalandığı zaman, ev aramasında ortaya çıkmıştı. Sonra da hazırlanan Ergenekon iddianamesine göre Reaksiyon belgesi, Ümit Oğuztan’a ait olduğu belirtilen 1NOLU DİSKETE ait İNCELEME SONUCU, "Reaksiyon.doc" isimli bir MSword dosyasında vardı.
KRALİÇE SİSİ’Yİ SORDULAR, BELGELERİ SORMADILAR!
Ümit Oğuztan 2008 yılında Silivri’de kurulan mahkemede yaptığı savunmada, “Şimdi ben gözaltına alındığım zaman bilgisayarım da alındı, cep telefonum da alındı ve disketler de alındı, ben serbest kaldım, bana polisler dediler ki:‘Efendim siz -özellikle üzerinde duruyorlardı- Veli Küçük’ü tanıyor musunuz?’ diye sordular, ya dedim bir tane telefon görüşmemi bana getirin, bütün kaç cinayet varsa ben üstleneceğim, güldüler bana ve dediler ki evet sizin telefonlarınızı biz kontrol ettik, bilgisayarınızı kontrol ettik, bir şey bulamadık ve ben serbest kaldım, şimdi nasıl benim bilgisayarımdan bunlar çıkıyor, nasıl o zaman disketlerde hiçbir şey çıkmıyor da şimdi çıkıyor ama iddia makamı diyor ki ben bunu ifademi alan sayın Zekeriya Öz beyefendiye de sordum, -efendim dedi çok kalabalıktı polis fırsat bulamamış bilgisayarınızı telefonunuzu incelemiş ama bu disketlere bakamamışlar daha sonra bakmışlar rapor yeni geldi- karşımda Devlet var ben bir bireyim, Devletime de saygılıyım ne diyeyim efendim” demiştir.
Ümit Oğuztan savunmasında, içinde REAKSİYON belgeleri olan dokümanlar için, bunları ben yazsam, “ben yazdım derim efendim” derken, “bunlar bana 2001 yılında neden sorulmadı!.. Polis 2001 yılında operasyon yaptı, ilk o zaman çıkıyor değil mi bu belgeler? Sayın savcım, peki bunları bana, benim poliste verdiğim 2001 yılında, ‘beni de videoya almışlar’ mülakat var burada, bana Kraliçe Sisi’yi sordular da bunları neden sormamışlar, sayın savcım” sözleri ile karşılık verdi.
Anlaşılan dava sürecini ERGENEKON yapan REAKSİYON belgesi Ümit OĞUZTAN’da da yoktu...
Sırada Tuncay Güney var. Onun da 18 Şubat 2008 yılı ev aramasında REAKSİYON belgesi tutanaklara geçerken, “Teslim Tesellüm Tutanağı”nda olması gereken GÜN ve saat yazılmamıştı!
Tuncay Güney de 12 Nisan 2013 tarihinde bağlandığı Ulusal Kanal’da:“...Benim elimde bir tek CD yoktu. Bilgisayarım bile yoktu. Arama tutanağında yazılı ise polise sorun. ...Şimdiye kadar katıldığım hiçbir kanalda bana CD'leri sormadılar. İlk defa duyuyorum. Bende bir tek CD yoktu…” demiştir.
O zaman altında, “Strateji Grubu” yazan Ergenekon/Analiz… ile birlikte aynı grupta yer alan REAKSİYON belgesi kimden çıktı? Yani yazanı diğer belgelerde olduğu gibi REAKSİYON’u da kimin yazdığı ve kimden çıktığı da bilinmiyordu.
-Fakat bu arayışın yanıtı, MİT’in Cumhuriyet Savcılığı makamına gönderdiği cevapta görünüyordu.
MİT’e göre, Ergenekon operasyonunda ele geçirilen ve örgütün temel belgelerinden olan bazı dokümanlar, belgeler 2002 yılında imzasız bir mektup ve 6 CD halinde MİT’e gönderilmiş. İçlerinde MİT’le ilgili eleştirilere yer verilen dokümanlar şöyle: Reaksiyon Etnik / Fundamentalist, Bölücü / Yıkıcı Unsurlar Analiz ve Tasfiye Projesi, İstanbul-Kasım 1999’ başlıklı metin.
Demek ki 1999 yılında hazırlanan REAKSİYON isimli belge DEVLETİN dokunulmazı olan MİT’e de dokunmuştur.
FETÖ elemanı Faruk Mercan’ın 2001 yılında, Ergenekon Yeniden Yapılanma diye başlayan bir belgenin eline geçmesi ise başka bir yazı konusudur.
Bu arada mahkemeye MİT Hukuk Müşaviri Vekili Asuman Bozoklu imzasıyla gönderilen yazıda, REAKSİYON isimli belgenin de yer aldığı, “Strateji grubu içerikli 6 No’lu CD’de virüs tespit edildiği, teknik çalışma sonucu verilerin yeni bir CD’ye” aktarıldığı belirtiliyordu.
ERGENEKON BELGELERİNİ KİM HAZIRLADI?
Daha önce davası kabul edilmeyen Ergenekon tertibine konu edinilen belgelerin, MİT’e 3 Temmuz 2002’de, kendisini polis olarak TANITAN bir kişi tarafından gönderilirken, CD’lerin içinde yer alan belgeler ve sözde örgütün şeması 10 Temmuz 2003’te Genelkurmay Başkanı’na, 19 Kasım 2003’te Başbakan’a, daha sonra da aynı konuyla ilgili bilgi notunu Danıştay Cinayeti öncesi (19 Ocak 2006) Başbakan’a, Danıştay Cinayeti sonrası da (26 Mayıs 2006) Genelkurmay İstihbarat Başkanı’na sunulduğu ortaya çıkmıştır.
Bugünlerde, Türkiye’de uzun yıllar gündemde kalan Ergenekon Davası ile ülkeyi teslim alma operasyonu, kimler tarafından ve neden yapıldığı çok daha iyi anlaşılıyordu. Küresel güçler, Türkiye’de kontrolünden çıkan, isteklerini yapmayan, çizdikleri yoldan gitmeyen ve kendi stratejilerini bağımsız olarak belirlemek isteyenlere karşı yani başta TSK olmak üzere harekete geçmişti.
TÜRKİYE’NİN VARLIĞINI KORUMAK TERÖR EYLEMİ OLMUŞTU!
Adı REAKSİYON olan belge açıkça küresel güçlere karşı yazılmıştır. Ama bir terör örgütünün belgesi olarak iddianamede yerini almış, bu nasıl bir terör örgütünün belgesi olur, diye de kimse tepki göstermemişti.
Özetle Türkiye’de faaliyet gösteren, CIA ve MOSSAD, devleti kendilerinin kontrolünde görünce, kendilerine karşı gelenleri de terörist olarak yaftalamışlardı. Ergenekon diğer bir ifade ile kendisine karşı gelen muhalefeti susturma silahına dönüştürülmüştü.
KİŞİLERLE BİRLİKTE BELGELER DE TUTUKLANMIŞTI
Aşağıda, kim tarafından yazıldığı veya yazdırıldığı da bilinmeyen, fakat Türkiye’nin tarihi ve mevcut durumunu analiz ederek geleceğine yönelik tespitlerin olduğu kokulan rapora yalnızca, “Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde faaliyet gösteren Ergenekon" ilave edilen REAKSİYON belgesi;
REAKSİYON
ETNİK/KÖKTENDİNCİ
BÖLÜCÜ/YIKICI UNSURLAR
ANALİZ VE TASFİYE PROJESİ
İSTANBUL/KASIM 1999
İÇİNDEKİLER
BÖLÜM: I
1).Analiz Amacı, Kapsam, Türkiye Cumhuriyeti ve Kemalizm
1/a). Analiz ve Amaç
1/b). Kapsam
1/c). Yöntem
1/d). İstihbarat ve Analizin Önemi
1/e). Devlet Plânlama Teşkilâtı
BÖLÜM:II
2).Etnik/Köktendinci/Bölücü/Yıkıcı Unsurların Yakın Tarihi
2/a). Öncelikli Tespit
2/b). Yakın Tarih Belgeleri
2/c). Türkiye içinde bulunduğu koşullara nasıl ulaştı?
2/c-3). Kemalizm’e Vurulan İlk Darbe
2/c-2). Milliyetçilik
2/c-3). Laiklik
2/c-4). Aydın Kesim
BÖLÜM: IV
3). Günümüz Türkiye’si
3/1). Anarşi ve Terörün Kaynağı
3/2). Sivil toplum Örgütleri
3/3). Ekonomi
3/4). Medya
3/5). Siyasi Partiler
3/6). Eğitim
BÖLÜM: V
4). Güçler Dengesi
1). ANALİZ AMACI, KAPSAM
TÜRKİYE CUMHURİYETİ VE KEMALİZM
1/a). ANALİZ AMACI
Reaksiyon adlı bu analiz/projenin amacı, Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde faaliyet gösteren "Ergenekon"un Milli Mücadele girişimlerinden günümüze Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığını tehdit etmekte olan etnik, köktendinci, bölücü ve yıkıcı unsurların, kaynak ve hedeflerini belirlemesi ile tasfiye edebilmesine katkıda bulunabilmektir.
Batı dünyası Osmanlı İmparatorluğu'nu ortadan kaldırabilmek için, yüz yıllarca süren pek çok kanlı savaşa girmiş ve her defasında yenik düşerek, içine düştükleri felâketlere katlanmak zorunda kalmıştır.
Batı dünyası her defasında yenilgi ile sonuçlanan silahlı savaşlara son vermiş, çok ağır vergilendirmelere bile katlanmış, güçlü Türk dünyası ile sözde barış süreci başlatmıştır.
Bu sözde barış süreci içinde ise; gerçekte son derece sinsi ve çok amaçlı bir başka savaşa yönelmişlerdir. Batı, Osmanlı İmparatorluk coğrafyasının halklar mozaiğinden yararlanarak, etnik/köktendinci unsurları işbirlikçi gruplara dönüştürmüş, ekonomik/siyasal/kültürel alanlarda bölücü/yıkıcı faaliyetleri başlatmıştır.
Batının etnik unsurlardan yararlanarak sürdürdüğü bu çabalar sonucunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun önce ekonomik, ardından da siyasal bağımsızlığına son verilmesi amaçlanmıştır.
Ekonomik ve siyasal anlamda kontrol altına aldığı Türk dünyasının "varlığına son vermeyi" amaçladığı, nihai darbeyi vurabilmek için de imparatorluk toprakları üzerinde yaşayan etnik/köktendinci/bölücü/yıkıcı unsurlardan yararlanmıştır. Çünkü, denenmiş ve görülmüştür ki; bu metot ucuz, kolay ve zafer kazandıran bir savaş tekniğidir.
Türk varlığına son verme amacıyla, Arap/Ermeni/Kürt halkının "milliyetçilik" duyguları ajite edilerek, "bağımsızlık" vaatlerinde bulunulmuştur.
Ümmetçilik kavramının hakim olduğu Osmanlı İmparatorluğunun mutlak hakimi Padişahın tüm İslâm aleminin "Halifesi" -mutlak dini lideri- olmasına karşın; İslâm inancına mensup Arapların, Hıristiyan Batı emperyalizmi ile işbirliğine girerek, Türk dünyasına baş kaldırması, "dini inanç birliğinin" tarih sahnesindeki ömrünü tamamladığının en kesin ifadesi olmuştur.
Batı emperyalizmi, “böl ve yönet” strateji ile Arapları ve Ermenileri Türk dünyasına karşı isyana sürüklemekle kalmayıp, Arap ve Ermeni halkını ezeli bir Türk düşmanına dönüştürmüştür.
Anadolu toprakları üzerinde binlerce yıldır Türkler ile birlikte kardeşçe yaşayan Kürtler de aynı siyasi emeller doğrultusunda tuzağa düşürülmek istenmiştir. Türkler ile kardeş Kürtlerin milliyetçilik duyguları ajite edilerek bağımsızlık vaatlerinde bulunulmuştur. Tıpkı Araplar gibi, Kürtlerin de Türk kardeşlerine karşı baş kaldırmaları amaçlanmakla kalınmayıp, amansız bir Kürt/Türk düşmanlığı yaratılmak istenmiştir. Ne var ki; Araplar arasında kolayca başarı kazanan Batı emperyalizmi, benzersiz bir insanlık örneği olan Türk/Kürt kardeşliğini, ortadan kaldırıp yok etme çabalarında başarısız kalmıştır. Çünkü, Türkler ile Kürtleri birbirine bağlayan yalnızca "dini inanç birliği" değil, sarsılmaz kardeşlik/akrabalık bağları ile kültürel ortaklıktır. Ve bu güçlü kardeşlik/akrabalık bağları ile kültürel ortaklığı daha da pekiştirip güçlendirmesini bilen yalnızca Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk olmuştur.
Batı emperyalist savaşı kazanmış, Osmanlı İmparatorluğu parçalanıp yıkılırken, Osmanlı hakimiyetindeki coğrafya üzerinde 24 devlet kurulmuştur. Tarih sahnesinde vizyona giren bu 24 “naylon devlet”in varlığı kanıtlamaktadır ki; etnik/bölücü/yıkıcı unsurlar ile Batı emperyalizmi çıkar ortaklarıdır.
İşte bu noktada, Mustafa Kemal Atatürk'ün "emperyalizm”e karşı olmasının haklı nedenleri de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Tarih verileri ile günümüz gelişmeleri göstermekte ve kanıtlamaktadır ki; savaşlar, ülkelerin silahlı kuvvetleri arasında savaş meydanlarında değil; entelektüel teorisyenlerin doktriner plânlamaları doğrultusunda ekonomik/kültürel ve siyasal düşünce plâtformlarında sürdürülmektedir. Silahlı güçler ise; ancak ve ancak bu plâtformlarda oluşturulan sağlam zeminli köprüler üzerinde direnme ve karşı koyma ile karşılaşmadan güvenle ilerleyebilmektedir. Durum göstermektedir ki; "yeni dünya savaşlarında" silahlı kuvvetler yalnızca işgale hazır/razı hale getirilen zeminlerde, işgalin son aşamasının uygulayıcıları durumundadırlar.
İşte tam bu noktada dile getirmekte yarar umduğumuz tarihsel bir gerçek şudur ki; Mustafa Kemal Atatürk'ün hemen her akşam yemeğine entelektüel aydınları sofrasına davet ederek, onlarla gecenin ilerleyen saatlerine değin uzun uzadıya, -her konuda, hiçbir kısıtlama getirmeksizin, her türden baskı ve endişeden uzak, özgürce- sohbet ortamı yaratarak, düşünce alış/verişi yaparak doktriner anlamda yararlanmaya çalışmasının ardında yatan amaç, yukarıda özetle ifade edilen "yeni savaş"ın gereğidir. Ulu Önder, "yeni savaş"ın bu gereğini günümüzden yıllar önce, görebilmiş ve yararlarını tespit etmişti.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün tüm dünya tarafından eşsiz bir deha olarak kabul görmesinin en önemli faktörlerinden birisi bu noktada gizlidir.
Ancak, ne yazıktır ki; pek çok konuda olduğu gibi, bu konuda da Atatürk'ten sonra gelen yöneticiler, (en yakınları dahi) onun bu özelliğini algılayıp kavrayamamışlardır. Atatürk'ün yaptığının tam tersine, düşünce dünyamızın eşsiz değerleri olmakla kalmayıp, tüm insanlığa ışık olabilen değerde pek çok doktrinel/entelektüel aydınımız, sürgünlerde ve hapishanelerde çürütülmüş, onların yaratıcı düşünce ürünlerinden "yeni dünya savaşı"nda yararlanmak yerine, düşünceleri ile birlikte "yok varsayılarak"; tarih sahnesinde "vatan haini" olarak yer almalarına çaba sarf edilmiştir. Ancak; doğal olarak bu çabaların tümü boşa çıkmış, yöneticilerin adları tarihin "ayıplılar" listesinde yer alırken onların adları yücelmiştir. Tüm bunların yanı sıra; daha da önemlisi, Türkiye ve Türk insanı aydınlanarak gelişememiş, çağının gerçeklerini kavrayamayan "aymaz" bir halk kitlesine dönüştürülmüş ve Atatürk'ün hedef gösterdiği "muasır medeniyet"e ulaşılamamıştır.
Oysa ki; yönetim kadroları, doktrinel/entelektüel aydını ile kahredici/küstürücü/yok edici bir kavgaya yönelmek yerine; aydınlarımızdan her alanda baş gösteren sorunlar karşısında, doktriner anlamda yararlanmış olsaydı, Türkiye bugün içine sürüklendiği bataklıktan nasıl çıkılabileceğinin endişeleri içinde kıvranıyor olmayacaktı.
Ve yine bugün -içte ve dışta- Türkiye Cumhuriyeti ile Kemalizm'i savunmak yalnız ve yalnızca bazı resmi kurum ve kuruluşların adeta zorunlu ve kaçınılmaz görevi olmaktan çıkıp, çok daha güven ve saygı uyandıracak olan Türk aydınlarının doğal/içtenlikli görevi olacaktı. Bunun anlamı şudur: etnik/bölücü/yıkıcı unsurlar, ülke içinde ve dışında çıkar ve emelleri doğrultusunda kendilerini haklı gösterecek argümanlar üretemeyecek, kendilerine yandaş bulamayacak ve örgütlenemeyeceklerdi. Oysa ki; yanlış olduğu tüm dünya tarihlerinde sayısız örnekleri olan doktrinel/entelektüelleri yok etme amaçlı uygulamaların yanlışlığı içten içe kabul edilmektedir. Ancak, bu yöntemi ortadan kaldıracak uygulamaya geçişi sağlayacak cesaretten yoksun yönetim kadrolarının anlamsız bir inatla direndiği gözlenmektedir.
Bugün kimin vatan haini, kimin ülkeye yararlı ve kimin zararlı olduğu; Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençlik ve insanlık tarihi tarafından yeniden değerlendirilmektedir.
Dürüstlük ilkelerinden sapmadan dile getirmeye özen gösterdiğimiz bu çok önemli noktaya en belirgin kanıt ise; Atatürk'ün büyük eseri Cumhuriyeti emanete lâyık gördüğü gençliğin, "resmi tarihi" reddetmek zorunda kalışıdır. Hiçbir ulusun bireylerinin resmi tarihlerini reddetmek zorunda kalmamış olduğu gerçeği de göz ardı edilmemelidir.
Yüce Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde, "Milli Mücadele" ile insanlık tarihinde emperyalizme karşı ilk ve kesin bir zafer kazanmayı başaran tek ülke olan Türkiye Cumhuriyeti, yıllar öncesinde olduğu gibi; emperyalist sisteme dayalı etnik/fundamentalis/bölücü/yıkıcı unsurlardan yola çıkılarak önce bağımsızlığını ardından da varlığını yitirme noktasına getirilmiştir. Ne acı bir gerçektir ki; etnik/köktendinci/bölücü/yıkıcı unsurların işbirlikçiliği ile bağımsızlık cephesinde küçümsenemeyecek gedik açılmıştır. Şimdi bu gedikten yola çıkılarak, yeni savaş stratejilerinin öngördüğü ve geçmiş dönemde yaşandığı gibi, sıra varlığını yitirme noktasına varacaktır.
Bir başka dikkat çekici ve çok önemli nokta daha vardır ki; oldukça hayret vericidir. Şöyle ki: Türkiye'de etnik/köktendinci/bölücü/yıkıcı unsurlar dış istihbarat kuruluşları tarafından harekete geçirilmiş, yönlendirilmiş, sevk ve idare edilerek organize edilmiş, önlerine hedefler ve faaliyet plânları konulmuş, çalışmaları çok sıkı biçimde denetlenmiş ve finanse edilmişlerdir. Tüm bunlar olup biterken ise; Türkiye bu aksiyonlar karşısında reaksiyonlar ortaya koymamıştır! Bu noktada soru sormak elbette ki, haddimizin sınırlarını zorlayıcıdır, ama biz yine de içtenlik gereği ve çözüm önerileri üretebilme amacı ile soruları kendi kendimize sorarak, aksiyonlar karşısında ortaya konulabilecek rasyonel/akılcı reaksiyonlar saptamaya özen göstermeyi yapıcı bir görev bildik.
Bu çalışmada, tek ve gerçekçi çözüm yolu olan Kemalist metodolojiden yararlanılarak: etnik/köktendinci/bölücü/yıkıcı unsurların belirlenmesi ve tasfiyesine yönelik gözlem, tespit, karşılaştırma ve önerilere yer verilmekle yetinilmeyip; tasfiyesi için kontra/girişimler (reaksiyonlar) ile çözüm yolları örnekleriyle işaret edilmeye çalışılarak, öneriler dizisi sunulmaktadır.
1/b). KAPSAM
Yukarıda özetle ifadeye çalıştığımız gibi, Türkiye'nin bağımsızlığı yara almış varlığı da büyük bir tehlike ile karşı karşıya bırakılmıştır. Çünkü, devlet ve milleti bir bütün haline getiren sosyal kuruluşların tümünde birbirinden farklı olmakla birlikte bunalım vardır.
Devletin var oluş nedeni olan asayiş, dış güç odaklarıyla işbirlikçi etnik/bölücü/yıkıcı unsurların radikal uygulamalarıyla ortadan kaldırılabilmiştir. Türkiye'nin bütünlüğüne yönelik yıkıcı düşmanlıklar tırmandırılmış, bürokrasi ile devletin arasındaki "bütünlük" ne acıdır ki, en yüzeysel ifadeyle gevşemiştir. Devlet ile milleti bütünleştiren "hukuk" çıkara dayalı zorlama yorumlarla çatlatılmıştır. Bu çatlama bölünme noktasına vardırılabilmiştir. Toplumu bütünleştiren ve bütünleşmenin verdiği güçle yücelmeye götüren kuruluşlar aileden başlayarak, eğitim, sosyal ve mesleki sivil toplum örgütleri, sendikalar, ekonomik huzurun temsilcisi olan ticari piyasa ve toplum örgütlenmesi siyasi partilere değin tüm katmanlar bölünme/çekişme/çatlama vizyonları sergilemektedir.
Devletin bütünlük ve sağlamlığının ön ayar noktaları, gözden geçirilmeli ve yeniden yapılandırılmalıdır. Bu ayar noktaları laçkalaştığında görülmektedir ki; bağımsızlık elden gittiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin varlığı tümden tehlikeye girmektedir.
Türkiye genç nüfus patlamasıyla birlikte kalkınma adımları attıkça, dünyanın gözünü korkutmuş, coğrafyada sahip olduğu stratejik konumu ve bölgeler arasındaki kültürel/siyasal yapısı ile etkinliği, tüm dünyayı ele geçirip "tek bir dünya hükümeti" kurmayı plânlayıp uygulama alanına sokan emperyalizmin önünde tek ve çok büyük bir tehlike olarak algılanmıştır.
Ekonomi bir ülkenin yaşamsal kanıdır. Böylesine önem ifade eden alanda yer alan iş adamlarımız maddi güçlerini kendilerine dayanak yaparak, ekonomik çıkar ve siyasi tercihleri doğrultusunda harekete geçmişler ve ülke çıkarlarını hiçe sayan yaptırımların gerçekleştirilebilmesi için, siyasi arenaya sürdükleri "mutemetlerini" milletvekili sıfatına büründürerek, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden dilekleri doğrultusunda kararlar çıkartabilmişlerdir. Bu gelişmeler ise; Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir" ilkesinin gözler önünde hiçe sayılarak, ayaklar altına alındığının tarih sahnesindeki en belirgin kanıtı olmuştur.
Etnik/köktendinci/bölücü/yıkıcı unsurlar, bir gecede tüm ülkeyi baştan başa diledikleri sloganlarla donatabilecek, ulusal ve uluslararası yazılı ve görsel yayınlar yapabilecek denli örgütlenmiş, ülke içinde ve ülkeye sınır ülkelerde silahlı eğitim kampları ve üsler oluşturabilmiş, 20 yıl gibi uzun bir süre gerilla savaşı yaparak on binlerle ifade bulan can kaybına neden olmuşlar, ülkenin bir bölümünü devlet otoritesinden kopma noktasına getirebilmişlerdir. Bu gelişmeler karşısında siyasi otoriteyi oluşturan kesimler iktidar entrikaları gereği, etnik/köktendinci/bölücü/yıkıcı unsurların içte ve dışta siyasi örgütleri ile işbirliğine yönelme girişimlerini başlatabilmiştir! Açıkçası böylesine büyük bir örgütlenme ile ülkeyi bölme/yıkma amaçlı çeşitli aksiyonlar sergilenmesine karşın; gereği biçimde reaksiyon ortaya konulmamıştır.
Toplumun ve devletin her katmanında görev/yetki/değer kargaşası var edilebilmiştir.
Bugün gelinen noktada bir bölüm aydın çareyi mevcut sistemi (rejimi) değiştirmekte aramaya başladığı gibi, toplumu da bu yönde ajite ederek peşinden sürüklemeye yönelme cüretini gösterir hale gelinmiştir. Bu aydınlar ki; bu ülke topraklarının insanıdır. Bu aydınlar ki; Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet etmeye layık bulduğu dünün gençleridir. Ne hayret verici demek yerine, bir bölüm Türk aydınının neden böylesine ihanete yöneldiklerinin sorgulanması, yaranın tek ilacıdır.
Bugün bir bölüm aydın emperyalist dış güç odakları ile istihbarat örgütlerinin işbirlikçisi olan etnik/köktendinci/bölücü/yıkıcı unsurlar ile fikir ayrıcalığına karşın elbirliği ile mevcut rejimi ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetler içinde ise; bunun tek nedeni, Ulu Önder Atatürk'ün ardından yönetime gelen kadroların ülke aydınlarını kucaklamak yerine dışlaması gerçeğinde aranmalıdır.
Dışlanan aydın kadrolar, rejimi değiştirmeye itilmişlerdir. Böylece emperyalizmin çok amaçlı, çok yönlü ve stratejik "yeni dünya savaşı"nda Türkiye, devlet eliyle aydınlarını kurban ederek, silah gücünden daha çok bilimsel/kültürel/akılcı/ekonomik/etnik/siyasal/doktrinel teorilere yaslanarak sinsi bir savaşa yönelen emperlalist dünyada, kültürel ve bilimsel donanımsızlığın neden olacağı aymaz/güçsüzlüğe terk edilmiştir.
Çözüm, rejimi değiştirmek isteyenlerin susturulması ve rejimi değiştirmekte değildir. Tek bir çözüm yolu vardır. Günümüzden 75 yıl öncesinde Atatürk çözüm yolunu bulmuş, uygulamış ve çok kısa bir süre içinde dünyaya örnek, parlak bir zafer kazanmıştır. O halde tek çözüm yolu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün metotlarını uygulamaktır.
1/c). YÖNTEM
Reaksiyon, 20. Yüzyılın son yılının son günlerinde kaleme alınmaktadır. Koskoca bir yüzyıl bir çırpıda geçivermiştir! Tıpkı kendisinden önceki yüzyıllar gibi..
Anadolu topraklarında Türk siyasi birliğinin temellerini atmış olan II. Kılıçaslan, tahta çıkar çıkmaz ilk iş olarak kardeşi Dolat'ı "devletin bütünlüğünü" korumak için boğdurtmuş, yaşı ilerleyince ülkeyi oğulları arasında paylaştırmıştır. Oğulları arasında baş gösteren veliahtlık kavgası sonucunda oğlu Kutbettin Melikşah, kardeşlerini öldürmesi için, yetkileri daralmış olan babasını, oğullarının üzerine sefere yollamıştır. Bugün tarih soruyor: II. Kılıçaslan kardeşini boğdurtarak ileride daha fazla kan dökülmesini mi engellemişti, yoksa tam tersine, kendi oğullarına emsal teşkil ederek yüzlerce yıl sürecek kanlı bir geleneği mi başlatmıştı?
Tarih sayfalarındaki önemini günümüzde de koruyan bu noktada Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin “bütünlüğünü" sağlamada baş vurulacak "yöntem" sorunu kendiliğinden belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
20. Yüzyılın son günlerinde Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı etnik/köktendinci/bölücü/yıkıcı unsurların analizini yapıp çözüm projesine anahtar olabilmesini dilediğimiz “Reaksiyon”u hazırlarken; 21. Yüzyıl gerçekleri kadar, geçmiş yüzyılların gerçeklerini de kavramak ve göz önüne almak zorunluluğunu görmezden gelebileceğimiz düşünülemez. Eşdeğer gerçekçilikle, yeni millenniumun ilk 25 yılının 21. Yüzyılı derinden etkileyip kesin hatlarla biçimlendireceği gerçeğini görmekten yoksun olamayız.
Şu halde, uygulanacak yöntem; rasyonel ve bilimsel olduğu kadar, ülke koşulları ile ülke insanlarının bünyesine de uygun olmalıdır. Aksi halde meşru olamaz.
Özetle; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bağımsızlığı ve varlığını ortadan kaldırmaya yönelik her türden etnik/köktendinci/bölücü/yıkıcı unsurlar ile mücadelede uygulanacak yöntem:meşruluk plâtformunda, reaksiyon prensipleri esas alınarak sürdürülmelidir. Kesin başarı sağlayacak yollara açılan kapıların tek anahtarı bu yöntem olabilir. Üzerinde ısrar ettiğimiz bu yöntemin sağlıklı bir biçimde işleyebilmesi için, çok sağlıklı bir istihbarat ve toplanan istihbarat verilerinin derinlemesine analizi ile gerçekleştirilebilir.
1/d). İSTİHBARAT VE ANALİZİN ÖNEMİ
Türkiye'nin bugün içinde bulunduğu sorunlar yumağı ve kaos ortamının en önemli nedeni; elde edilen sağlıksız istihbarat verilerinin konusunda uzmanlaştığı sanılan elemanlarca yüzeysel analiz raporları sonucunda ortaya çıkan "yanlış" yönlendirmelerin sonuçlarının görülemiyor, görülüp fark edilmiş olunsa bile, bir türlü içtenlikle kabul edilmiyor oluşudur.
İstihbarat örgütlerinde -pek çoğu hatıra binaen- istihdam edilen dünya görüşü ve kültürel nosyondan yoksun kişilerin topladığı istihbarat verilerinin sağlıklı olduğunu öne sürmek, olsa olsa saf dillilik olabilir. Bu olabildiğince sağlıksız, yanlış ve ön yargılı veriler ışığında analiz yapmak zorunda kalan raportörlerin de oldukça sığ bir entelektüel birikim ve deneyimler süzgeci ile hazırladıkları analizlerden yola çıkılarak, çözüm yolları aranmasına gidilmiş olması ise; ne ölçüde bağışlanabilir bir hatadır?
Ki; işin bu önemli ve can alıcı değerdeki noktası, yalnızca konunun uzmanları tarafından üzerinde oldukça yoğun ve ciddi bir çalışma yapılması sonucunda, -gerçekçi bir zorunluluk gereği olarak- yeniden yapılanma girişimlerine yönelmelerine yol açacak başlı başına bir konudur.
Yetkili ve sorumlularca, hüsnü kabul görür ya da tümden reddedilir diye, yersiz ve gereksiz bir kaygıya kapılmadan, salt iyi-niyet ve dürüstlük esaslarıyla, yararlı olabilmesi “umudu” ile kaleme alınan bu çalışmamızda ifade gereği duymaktayız ki; mevcut istihbarat örgütleri işlevsiz kalmıştır.
Devletin her kurumunda olduğu gibi istihbarat kurumlarında da siyasi görüşler ve kişisel çıkarlar doğrultusunda analiz raporları üretilerek ülkeye yararlı olma amaç ve prensipleri hiçe sayılmıştır. Bu yol ve alışkanlıkla ülke içinde birilerinin çıkarlarına ters düştüğünden, "istemediği" gizli ve sinsi tasfiyeler gerçekleştirilmiştir. Sanal düşmanlar ve cepheler yaratılarak, bu düşmanlara karşı ekipler halinde naylon başarılar elde edilme yöntemi ile akıl almaz çıkarlar elde edilmiştir. Üstelik bu kadro tasfiyeleri, ve naylon cepheler oluşturulması, sözde devletin devamlılığı ve ülke bütünlüğü sağlamak amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Ve ne yazık ki; ülkenin bütünlüğü riske atılarak, bağımsızlığı zedelenmiş, varlığının devamı tehlikeye atılmıştır.
Öte yandan ülke içindeki yabancı istihbarat örgütlerinin faaliyetlerinden aynı istihbarat kadrolarının hiçbir bilgisi yoktur. Dış ülkelerin istihbarat elemanları kendilerine rahatlıkla yerli işbirlikçiler bulabilmektedir. Casuslar, görevleri gereği düzenlemeleri gereken raporlarını üniversitelerin öğretim üyelerine düzenletebilmektedir. Daha sonraki günlerde bu öğretim üyelerinin, devlet kurumları içinde, çok önemli noktalara getirilerek ödüllendirilmelerini dahi sağlayabilmektedirler.
Sıradan bir lise öğrencisinin devleti yıkma girişimleri içinde olduğunu iddia edebilen istihbaratçıların, sağlıksız/dayanaksız argümanları üzerinde aylarca süren analizler düzenleyen uzmanlar ise; yukarıda çok yüzeysel olarak dile getirdiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını ortadan kaldırmaya yönelik dış ülkelerin profesyonel istihbarat çalışanları hakkında aynı titiz ve yoğun çabayı ortaya koyamamış olması çok düşündürücüdür. Yine aynı resmi istihbarat kadroları, sözde devlet içine sızmış ve devleti ele geçirmeyi başarmış “çeteler” hakkında kendi aralarında dahi traji/komik gelişmeler sergileyip, devletin resmi birimlerinin raporlarında yer almışlar, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ndeki “sanık” ve “tanık” sandalyelerine oturarak kamuoyu ve tarihe mâl olmuşlardır. Açıkçası “avcı” iken, objektif bir ifadeyle “av” olmuşlardır. Bu öylesine traji/komik bir gelişme ve sonuçtur ki; 20. Yüzyıl edebiyatçılarının olduğu kadar, gelecek yüzyılların edebiyatçılarına da ilham kaynağı olabilecek eşsiz bir verimliliktedir.
Ülke dışından ulusal varlığı dinamitleme girişim ve faaliyetleri hakkında, gereken çok önemli istihbarat verileri MİT’e akmamış olmalıdır ki; bugün Türkiye Cumhuriyeti ekonomik bağımsızlığını yitirebilmiş, siyasal bağımsızlığı tartışılır duruma düşmüş, ülke topraklarının bir bölümü kopartılma aşamasına gelinmiş, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne etnik/köktendinci/bölücü/yıkıcı unsurların militanları milletin vekili olarak girebilmiştir.
Büyükelçilikler, konsolosluklar bünyesinde görev alan personelin yanı sıra, eğitim kurumları, kültür ofisleri, sivil toplum örgütleri, dini kurumlar (kilise, havra vb) ve yabancı şirket temsilcilikleri ile yabancı şirket ortaklıkları bünyesinde yer alan personel ve bunların faaliyetleri hakkında MİT kayıtlarında ulusal güvenlik bağlamında olması gereken istihbarat dosyalarının içerikleri, bir üniversite öğrencisi hakkında tutulan dosyalarla karşılaştırıldığında, istihbaratçılarımızın başarısızlıkları kendiliğinden gün ışığına çıkar.
MİT’in özellikle son yıllarda Türkiye’yi bir kan gölüne çeviren terör odaklarının faaliyetlerine son verme amaçlı, dış ülke operasyonlarının tümü en hafif bir ifadeyle “fiyasko”dur. Ve milli çıkarlar adına oparasyonel faaliyetler adı altında, devlet kasalarının içinin boşaltılarak, kişisel çıkarlar elde edilmesi hesaplarının sonuçlarıdır.
MİT arşivlerinde sıradan vatandaşların fişlenmesinden öte bir birikim olmasa gerek. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Milli İstihbarat Kurumu çatısı altında yer alan istihbarat elemanları ve uzmanları, hazırlayabildikleri “ulusal istihbarat” ve “doktirinel dış politika” dosyaları ile onur duyma hakkını Türk milleti önünde olduğu kadar, insanlık tarihi önünde de çoktan yitirmiştir.
Türkiye resmi istihbarat kurumu MİT, öncelikle “Alman” ardından “Amerikalı” uzmanlarca organize edilmiş, eğitilmiş, ve yönlendirilmiştir. Bu gerçekler ışığında bakıldığında, tüm dünyanın gözleri önünde Türkiye’nin suçlandığı: masum vatandaşların fişlenerek, insanlık suçu “işkence”ye maruz bırakılışı ortaya çıkmaktadır. Bu veriler ışığında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde “sanık” sandalyesine oturtulması yıllar önceden plânlanmış bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti görülmektedir. Bu vizyon ile milli yapıya uygun olmayan bir istihbarat kurumu ve anlayışı oluşturulduğu belirlenmektedir. Bu gerçekler görmezden gelindiği sürece, Türkiye Cumhuriyeti Devlet mekanizmaları bağımsız ve milli irade içinde işleyemezler.
İfadede yarar umduğumuz bu hususlar, gelişen etkin/köktendinci aksiyonlar karşısında, gereği biçimde etkin/çözümsel reaksiyonlar görülemeyişi ile zaten apaçık kendisini ortaya koymaktadır.
Tüm bu gelişmelerin mevcut Anayasal düzendeki hukuk plâtformunda
Suç olup olmadığı, sorumlularının cezalandırılmaları/ödüllendirilmeleri konusu ise; elbette ki bu çalışmamızın amacı değildir.
Sorumlu suçluların hukuk plâtformunda cezalandırılmaları yalnızca kamu vicdanını rahatlatacak bir unsur olmakla birlikte; temelde Türkiye Cumhuriyeti’nin yitirdiklerini geri getiremeyecektir.
Ancak, MİT’in yapısal organizasyon ve işleyişinin dış istihbarat kurumlarına karşı kilitlenmesi, yetersiz ve zararlı kadroların tasfiyesi, istihbarat anlayışının ulusal çıkarlara/Kemalizm’e uygun, dış istihbarat faaliyetlerine yönelik bir yapıya kavuşturulması hiç değil ise; 21. Yüzyıl Türkiye Cumhuriyeti’nin özgür iradesiyle kaderini tayin edebilme olanağı sağlamaya yeterlidir. Bu takdirde etnik/köktendinci/bölücü/yıkıcı unsurlar ve dünya plâtformunda giderek artan yaptırımlara neden olan faaliyetler ortadan kaldırılabilir. Aksi halde söz konusu aksiyonlar giderek güçlenerek artacak ve hiçbir reaksiyon sonuç getirmeyecektir.
MİT içinde gerçekleştirilmesi zorunlu akılcı/radikal değişiklikler, ulusal barışın yaratılmasında en önemli etken olacaktır. Ancak bu sayede Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “demokratik/laik/hukuk cumhuriyeti” coğrafyası üzerinde kültürel katmanlar ve toplumsal granûl yapısı ile barışık olması sağlanabilecektir.
Çalışmamızda hedef edindiğimiz önemli nokta budur. Günümüzden 76 yıl öncesinde, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının dünya emperyalizmine karşı kazandıkları zafer, tüm ezilmiş ulusların ümidi olabilmiştir. Böylesine görkemli bir zaferin ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin geldiği istasyon, kazanılan o çok saygı değer, kutsal ve görkemli zaferin belirlediği rota değildir.
Emperyalizm, 3. bin yıl olan 21. Yüzyılda, “Yeni Dünya Düzeni” ile “Yeni Dünya Hükümeti” projesini uygulamaya koymaktadır ki; bu uygulama “ulus devlet” modelini ortadan kaldırıp, her birini birer eyalete dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Ulusları ve ülkeleri köleleştirmeye yönelik böylesine güçlü bir organizasyon karşısında, “Milli Mücadele” ile elde edilebilmiş ulusal hakların korunması MİT gibi, işlevini ve anlamını çoktan yitirmiş bir kuruluşa teslim edilemez. Bu konuda duyarsız ve aymaz kalınması halinde: Türkiye Cumhuriyeti, 21. yüzyılın ilk 10 yılında, bağımsız ulusal devlet olmaktan çıkacak ve ABD eyaleti durumuna getirilecektir.
1/e). DEVLET PLÂNLAMA TEŞKİLÂTI
Devlet Plânlama Teşkilatı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sahip olduğu kaynakların belirlenip değerlendirilmelerinin plânlanarak, geleceğinin bilimsel olarak projelendirildiği, resmi bir kurum olarak çok önemlidir. Ancak, bu yararlı kurumun tüm çalışma, analiz ve plânlama verileri yaşamsal önem taşımalarına karşın; ulusal çıkarlara aykırı, dış ülke istihbarat örgütlerine açıktır ve en önemli bilgi kaynağı durumundadır. Böylesine bir uygulamanın güçlü devletlerde benzeri görülememektedir.
Devlet Plânlama Teşkilâtı, kurum ve personel faaliyetleri bakımından ulusal çıkarlara aykırı işleyen bir mekanizma durumuna getirilmiştir. Ve bu durumun hiç gündeme getirilmemiş olması üzerinde ciddi biçimde düşünülmesi zorunluluk gereğidir.
Dış ülke istihbarat örgütlerine veri kaynağı durumuna gelen sözü edilen kurumun, siyasal otorite yönetim ve kontrolünden çıkartılması yaşamsal önem ifade etmektedir.
BÖLÜM: II
2). ETNİK/FUNDAMENTALİS/BÖLÜCÜ/YIKICI
UNSURLARIN YAKIN TARİHİ
2/a) ÖNCELİKLİ TESPİT
Türkler, coğrafya olarak Avrupa Kıtasına dahil olan Anadolu topraklarına adım atıp yerleştiklerinden günümüze, Batı dünyası rahatsızdır. Batı dünyasına göre, Avrupa Kıtası: Atlantik kıyılarında başlar ve Ural dağlarında son bulur. Türkler için ise; İstanbul Boğazı’nın Batı yakasından başlayıp Atlantik kıyılarında sona erer.
Tarih boyunca Anadolu toprakları Batılılarca, “Ön Asya” ya da “Küçük Asya” olarak tanımlanmıştır. Asya kökenli Türkler de bu tanımlamayı benimseyerek, Anadolu üzerinde doğal hak savunması içinde olmuşlardır. Öte yandan Batı dünyası, Avrupa sınırlarını Ural dağları olarak savunmuştur. Bu çelişkili durumun kaynağı, tarihçi Heredot’un “Avrupa Sınırları Tezi”dir. Yakın tarihe bakıldığında görülür ki; Fransa eski başkanı De Gaulle’e göre de Avrupa Kıtasının sınırları, Atlantik kıyısından başlayıp Ural dağlarında sona erer.
Son yüzyılda Roma Antlaşmasıyla başlayan, “Avrupa Topluluğu” oluşturulması süreci, yukarıda özetle ifade ettiğimiz Avrupa’nın sınırları ilkesinden kaynaklanır. Bu nedenle Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na katılımı, önemli bir sorun olmaya devam etmektedir. Bu sorun karşısında Türkler, tarihte ilk kez Avrupalı olduklarını savunur olmuşlardır.
Türkiye Cumhuriyeti, tarihsel süreç içinde sahip olduğu coğrafyası bakımından, Avrupa/Asya/Ortadoğu bölgesinde benzersiz bir stratejik konumdadır. Ayrıca, çok kültürlü/geniş halk mozaiklerine sahip oluşuyla da “Bölgesel Güç”tür. Siyasi otorite, iktidar kaygıları içinde belirlediği dış politika uygulamalarıyla Türkiye’nin bu benzersiz gücünü ortadan kaldırmıştır.
Görülmektedir ki; tarih akışı içinde Türkler, Anadolu topraklarına adım atıp yerleştikleri günden başlamak üzere sürdürülen Batı direnci ile karşı karşıya kalmıştır. Haçlı Savaşları, hiçbir zaman durdurulmamış, taktik değiştirilerek sürdürülmüştür. Ve sürdürülmektedir, sürdürülecektir de.. Çünkü, Tarihsel süreç içinde Türkiye Cumhuriyeti coğrafyası, Batı dünyası tarafından kabul edilemez ve vazgeçilemez bir hedef olmuştur.
Özetle dile getirdiğimiz bu öncelikli durum tespiti, Türkiye açısından bakıldığında ne yazık ki; hep göz ardı edilmiştir. Oysa sorunların tespiti, çözümü, hangi zeminde mücadele verilme zorunluluğunun anlaşılabilmesi için, bu gerçek görmezden gelinmemelidir: Batı dünyası için Türkiye Cumhuriyeti coğrafyası kabul edilmemiş bir coğrafyadır.
Batı, yeni savaş taktikleri geliştirmiş, amaç ve çıkarları doğrultusunda araç olarak seçtiği Türk coğrafyasının kültürel/etnik/inanç mozaiğini (toplumsal granûl yapısını) her dönemde işbirlikçi olmaya razı ederek, sınırlarını içten parçalara bölmeye çaba harcamıştır.
2/b) YAKIN TARİH BELGELERİ
Milli Mücadele ile tüm etnik/köktendinci/bölücü/yıkıcı unsurlar kontrol altına alınarak temizlenen Anadolu toprakları üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş tarihi olan 1923 yılından günümüze değişen nedir ki, aynı coğrafyada ve aynı sınırlar içinde kalan topraklar üzerinde bunca etnik-köktendinci/bölücü/yıkıcı unsurlar yeniden yeşerebilmiş ve kendilerini dünya platformunda savunan güç odakları ve yandaşlar bulabilmişlerdir?
Bu soruya yüzeysel yanıt vermek sağlıklı bir sonuca ulaşılmasına engeldir. Bu nedenle Milli Mücadele yılları (1914) ile Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu tarih olan 1923'den günümüze uzanan yolun kilometre taşlarını dikkate alarak, Türk dünyasının parçalanmasında operasyonel işlev gören, etnik/köktendinci/bölücü/yıkıcı unsurların kaynaklarının incelenmesi gerekmektedir.
Tarihin belgeler galerisine baktığımızda görmekteyiz ki; 19. Yüzyılda Osmanlı’nın sömürgeleştiriliş dönemi olan 1838 tarihli İngiltere Ticaret Sözleşmesinin gerçekleştirildiği yıllar ile 20. Yüzyılda Türkiye Cumhuriyeti’nin geldiği nokta arasında benzer koşullar derhal göze çarpmaktadır.
1838 İngiltere ticaret Sözleşmesinin hemen ardından 1839’da Tanzimat’ın ilanın anlamlıdır. 19. Yüzyıl, kapitalist devletlere dış ticarette altın çağ yaşatmıştır. Bu noktada Batı’nın yeni bir savaş stratjesini uygulamaya koyduğu açıkça ortaya çıkar.
1838’de İngiltere ile imzalanan ticaret sözleşmesinin öncelikli amacı, kapitalist ülke İngiltere’nin sanayi ürünlerine büyük bir pazar açılabilmesini sağlamaktır. Böylelikle Türk sanayi doğmadan öldürülmüş, başkent İstanbul’da konuşlanan Büyükelçiliklerin yönlendirmesi süreci başlatılmıştır. 19. Yüzyıl sonlarında kapitalist devletler evrim geçirerek, emperyalist güce erişmişler ve “yayılmacı” uygulamayı başlatmışlardır.
20. Yüzyıla girildiğinde ise; dünya emperyalist güçlerin ekonomik/siyasal işgal uygulamalarıyla karşı karşıya kalmıştır. Emperyalist ülkeler, dış politikalarında başlangıçta ticari işbirliği/borçlandırma stratejisi ile ülkelerin ekonomik bağımsızlığının tükenişini, ardından da siyasal bağımsızlıklara son vermeyi amaçlamışlardır.
İşbirliği ve Ticaret Sözleşmesi olarak adlandırılan ilk antlaşmanın imzalanmasının ardından, masaya sürülen yeni sözleşmeler ise; gerçek birer ültimatom niteliği taşır.
I. Dünya Savaşı’nın amacı Osmanlı İmparatorluğu topraklarının emperyalistlerce paylaşılması hesapları üzerine kuruludur. O tarihlerde “Gizli” olarak gerçekleştirilen antlaşmalar kronolojik olarak şunlardır:
1-Reval Anlaşması (İngiltere-Rusya 1907)
2-İstanbul Anlaşması (İngiltere-Rusya-Fransa 10 Nisan 1915)
3-Londra Anlaşması (İngiltere-Fransa-Rusya-İtalya 26 Nisan 1915)
4-Skey-Picot Anlaşması (İngiltere-Fransa-Rusya 23 Ekim 1916)
5-Saint-Jean de Maurienne Anlaşması (İngiltere-İtalya-Fransa 19 Nisan 1917)
6-Balfour Bildirisi (2 Kasım 1917)
7-23 Aralık Anlaşması (İngiltere-Rusya-Fransa)
8- 8 Ocak 1918 Anlaşması
Görüldüğü üzere İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya ve Rusya Osmanlı İmparatorluk topraklarını aralarında paylaşabilmek için, başlıca sekiz adet çok gizli anlaşma imzalamışlardır.
Ekonomik özgürlüğünü yitiren Osmanlı İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış ve siyasal bağımsızlığını da yitirmiştir. Çok geçmeden 8 Ocak 1918’de Amerika Kıtasından yükselen bir ses, 20. yüzyılı etkisi altına alacak, “Wilson Prensipleri”ni, bir başka deyişle; “Milliyetler Prensipleri”ni tüm dünyaya haykırıyordu.
ABD Başkanı Wilson’un “Milliyetler Prensipleri” esasta, “Böl ve Yönet” esasından başkaca bir şey değildi. Amerika Kıtasının gerçek sahipleri Kızılderililere soykırım uygulayan, Afrika Kıtasının siyah ırkını köleleştiren, insanlık tarihinde her türden etnik soykırım ve köleleştirmeyi en katı acımasızlıkla ilk uygulayan ABD’nin Başkanı Wilson; silah ve kapital gücünü kullanarak, “Sanal Ulus” yaratmış ve gözünü tüm dünya ülkelerine dikmişti. Dünya ülkelerini ABD’nin birer sömürge eyaletine dönüştürecek olan doktrinel/teori üreterek; bölünmüş, parçalanmış ülkelerin “külterel/etnik” mozaiklerinden yararlanarak, kendi içlerinde daha da ufak parçalara bölünmelerini sağlayacak prensipler geliştirmiştir. Ancak, “böl ve yönet” teorisini tüm dünyaya “halkların özgürlük hakları” olarak lânse edip kabullendirmeyi başarmıştır. Bu nokta da bir başka gerçeği daha vurgulamakta yarar vardır. Aksi halde bu çalışmamızın objektif ve gerçekçi olmadığı düşünülebilir. Emperyalizm prensiplerinin “kapitalist” ve “Marksist” sistemlerde farklı olduğu varsayılır. Oysa her iki sistemde de emperyalizmin prensipleri hiç değişmez. Örneğin: Rusya, tam 200 yıldır Çeçen halkını terörist diye tanımlamaktadır. Amerikalılar için Kızılderililer ne ise; Ruslar için de Çeçenler odur. ABD için, siyah ırk ne ise, Rusya için Asya kıtasındaki Türk kökenli halklar odur.
Ahmet İzzet Paşa Kabinesi’nin, 30 Ekim 1918 tarihinde imzaladığı “Mondros Antlaşması” ile İtilaf Devletleri/Osmanlı arasında ateşkes sağlandı. İtilaf devletlerinin temsilcisi İngiliz Amiral Calthorpe, ateşkes antlaşmasına emperyalist/doktrine uygun 24. Maddeyi ekliyordu. Bu maddeye göre: “Vilayeti Sitte” diye adlandırılan Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ ve Sivas kentlerinden ilk kez “Ermeni Vilayeti” diye, söz ediliyor ve “karışıklık çıkması halinde, anılan vilayetlerin herhangi bir bölümünün işgal hakkını İtilaf devletleri muhafaza ederler” hükmüne yer veriyordu. Bu madde İngiltere’nin Ermenistan’a bitişik Musul’un kuzeyinde kalan nüfus alanı iddiasının haritasını çizmiştir.
Böylece tarih sahnesinde iki sanal devlet dünyaya getirilmiştir. Bunlardan birisi “Büyük Ermenistan!” diğeri ise; “Özerk Kürdistan!”
İngiltere, işbirlikçi Ermeni ve Kürt terör örgütlerini kullanarak bölgede karışıklık çıkartıp plânladığı işgale uluslararası siyaset sahnesinde “sözde legâl” bir zemin oluşturmanın temelini atmıştır. Ve 31 Ekim 1918 tarihinde bu maddeyi dayanak noktası yaparak İngiltere Musul’u işgal etmiştir.
Böylece kaynağını emperyalist/doktrilerden alan, yeni bir işgal dönemi başlatılmıştır.
18 Ocak 1919 tarihinde sözde “Barış Konferansı” Fransa’nın Paris kentinde açılmıştır.
30 Ocak 1919 günü, Suriye, Filistin, Suudi Arabistan, Mezopotamya, Ermenistan, Kürdistan’ın Türkiye topraklarından kopartılması toplantıya katılan 32 devlet tarafından kabul edilmiştir. Bu konferansta Rum, Ermeni, Yahudi, Arap, Nasturî ve Kürt temsilciler katıldılar ve taleplerini açıklamışlardır.
30 Ocak 1919 günü Paris’te, Türkiye topraklarından pay isteyen etnik/fundamentalis/bölücü/yıkıcı unsurlar, kendilerine dayanak olarak ABD’nin Wilson Prensipleri’ni göstermişlerdir. Müttefikler, “Paris Barış konferansı”nda Osmanlı devletiyle yapacakları barış için, topladıkları bu argümanları, 26 Şubat 1920’de, Londra’da “Barış Yüksek Konseyi”nde masaya yatırmışlardır. Bu toplantılarda yaratılmak istenen Kürdistan, bir karara bağlanamayıp San Remo’da gerçekleştirilecek görüşmeye bırakılmıştır.
18 Nisan 1920 tarihinde gerçekleşen “San Remo Konferansı”nda alınan parçalama/paylaşma kararları ise; “Sevr Antlaşması”nın temel prensiplerini oluşturur. Bu kararlar, Paris’e çağrılan Osmanlı Heyeti Başkanı Tevfik Paşa’ya 11 Mayıs 1920’de bildirilmiş, 10 Ağustos 1920’de “Sevr Antlaşması” imzalanmıştır.
Sevr Antlaşması’nın 62. Maddesi’ne göre:
“Kürtlerin çoğunlukta bulunduğu bölgede yerel özerklik gerçekleştirilecektir.”
“Bu bölgede, Fırat’ın doğusunda, ilerde saptanacak Ermenistan sınırının güneyinde, Suriye ve Irak/Mezopotopya sınırının kuzeyindedir.”
“Özerklik statüsünü hazırlamak üzere, barış antlaşmasının yürürlüğe girmesinden başlayarak altı ay içinde bir komisyon kurulacaktır.”
“İstanbul’da toplanacak komisyon, İngiltere, Fransa ve İtalya hükümetlerinin 3’er üye atamasıyla oluşturulacaktır.”
“Herhangi bir sorusun çözümünde oybirliği sağlanamaz ise, konu komisyon üyelerince kendi hükümetlerine götürülecektir.”
“Özerklik planı, Süryani-Keldaniler yanında bölgedeki diğer etnik ve köktendinci azınlıkların korunması için bütün güvenceleri içerecektir. Bu amaçla, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Kürt temsilcilerinden oluşan bir komisyon, yerinde incelemelerde bulunacak ve Türkiye sınırının İran ile çakıştığı kesimlerde, Türk sınırlarında yapılması gerekebilecek düzeltmeleri kararlaştırmak üzere bu yerleri ziyaret edecektir.”
Sevr Antlaşması’nın 63. Maddesi’ne göre:
“Osmanlı hükümeti 62. Madde uyarınca kurulacak her iki komisyonun bildireceği kararlara aynen uymakla ve üç ay içinde uygulamakla yükümlüdür.”
Sevr Antlaşması Madde 64:
“Antlaşmanın yürürlüğe girmesinden bir yıl sonra, 62. Maddede belirtilen bölgelerdeki Kürtler, bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti Meclisi’ne başvururlar ise; Meclis’in bu nüfusun bağımsızlığa yeteneği olduğu kanısına varması ve bağımsızlık vermesi için Türkiye’ye tavsiyede bulunması halinde, Türkiye bu tavsiyeyi yerine getirmeyi ve bu bölgeler üzerindeki bütün hak ve unvanlarından vazgeçmeyi şimdiden yükümlenir.”
“Bu vazgeçme gerekirse ve gerektiği zaman, Kürdistan’ın şimdiye kadar Musul vilayeti sayılan kesiminde oturan Kürtlerin bu bağımsız Kürt devletine kendi istekleriyle katılmalarına, başlıca İtilaf devletleri hiçbir itirazda bulunmayacaklardır.”
Sevr Antlaşması ile emperyalist güçler, Anadolu toprakları üzerinde Türkler ile birlikte dünyada eşi benzeri olmayan bir bütünleşme sergileyen Türk/Kürt kardeşliğinin “bütünleştirici güç” özelliğinden endişe duyarak, bu kardeşliği bölmeyi hedef almış, işbirlikçilerden oluşan birkaç Kürt lider yaratmaya özen göstermiş, böylelikle coğrafyanın zengin mozaiğinden yararlanarak Türklerden ayrı, etnik grup yaratmak istemiştir. Bu etnik grubu kendi emellerin aracı yapmayı tasarlayarak “sözde özerk” gerçekte ise tümden kendi kontrolünde “naylon” devlet oluşturmak istemiştir. Günümüz dünyasında görülmektedir ki; Osmanlı İmparatorluk toprakları üzerinde yaşayan Araplar, Türkler’den kopartılarak sözde bağımsızlıklarına kavuşturulmuşlardır. Ortadoğu’da gerçekleştirilen bu senaryo ile bölgede “Barışa Son Veren Bir Barış” tesis edilerek, “naylon devletler” oluşturulmuştur. Dünyanın en büyük petrol kaynakları, bu naylon devletler aracılığı ile “Petrol Şirketleri”nin üretim merkezlerine dönüştürülmüştür.
Daha önce de ifadeye özen gösterdiğimiz gibi, Türk/Arap kardeşliği üzerinde uygulanan bu senaryonun, topraklarını yitirerek iyice küçülmeye razı hale getirilen Osmanlı’nın Anadolu toprakları üzerinde de uygulanması amaçlanmıştır.
Kaynağını ABD Başkanı Wilson Prensipleri’nden alan bu emperyalizme dayalı senaryonun çeşitli versiyonları türetilmiş ve Anadolu toprakları üzerinde binlerce yıldır Türkler ile birlikte kardeşçe bir yaşam sürdüren etnik/köktendinci kökenli her çevrede uygulama alanı yaratılmak istenmiştir. Örneğin: Fundamentalis çevrelerde Alevi-Sünni, etnik çevrelerde Türk-Kürt-Çerkez-Laz ayrılıkçılığı gibi..
Sevr Antlaşması’nın Ermenistan’a ilişkin düzenlemeleri de önem ifade eder ve güncelliğini korur. Bu nedenle bu bölüme de yer verilmesi zorunluluğu vardır.
Sevr Antlaşması’nın Ermeniler ile ilgili 88-89 ve 90.maddeleri şöyledir:
Madde:88 “Türkiye Ermenistan’ı Müttefik devletler gibi hür ve bağımsız bir ülke olarak tanıdığını açıklar.”
Madde: 89 “Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis vilayetlerinde Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırın belirlenmesini, ABD Başkanı Wilson’un hakemliğine bırakmaktadır. Osmanlı devleti, Ermenistan ve Antlaşma’ya imza koyan diğer ülkeler, Ermenistan’ın denize çıkışı ve sınıra yakın askerden arınmış Osmanlı toprakları konusunda Wilson’un saptayacağı tüm hükümleri kabul etmeyi kararlaştırmışlardır.”
Madde:90 “89.Madde gereğince, sözü geçen vilayetlerin bütününün veya bir kesiminin Ermenistan’a bırakılması halinde, Osmanlı devleti terk edeceği topraklar üzerindeki bütün hak ve tasarruflarından karar tarihinden başlayarak vazgeçtiğini açıklamaktadır.”
Bugün tarihin belgeler galerisindeki önemli yerini korumakta olan Sevr Antlaşması’ndaki Ermeniler ile ilgili maddelerde kanıtlamaktadır ki; ABD ve Başkanı Wilson, gerçekte Türk topraklarının olduğu gibi “Ulusal bütünlüğün”de parçalanması amacının baş mimarıdır. Doktirinel ABD emperyalizm senaryosunun uygulama alanındaki maşalarının ise; çıkar ortakları olan Avrupa devletleri olduğu görülmektedir.
Bu gerçek bunca ortada olmasına karşın günümüzde gelişen etnik/köktendinci/bölücü/yıkıcı unsurların faaliyetlerinden yalnızca ABD’nin maşası ve çıkar ortakları Avrupa ülkeleri sorumlu tutulmaktadır. Ama, ABD’nin tarihsel amaçları doğrultusundaki doktrinel faaliyetleri görmezden gelinip yok varsayılmaktadır (!)
Yukarıdaki gelişmeler nedeniyle Atatürk, Milli Mücadele’de “Emperyalizm”i hedef almıştır. Atatürk, tarihi ve çağını çok iyi özümsediğinden vizyonu derin bir dünya lideridir.
O günlerde emperyalizm, “dünya liderliği”ni düşlerde plânlamaya çalışırken; karşılarında “dünya lideri” Atatürk’ü buldukları gözden kaçırılmaması gereken bir gerçektir. Atatürk, kendisini dünya lideri ilân etmemiştir. Dünya Atatürk’ü dünya lideri olarak kabullenmiştir.
Atatürk, emperyalizmin uygulamaya koyduğu senaryonun şifrelerini kırmayı bilmiş ve ortaya koymak istedikleri ve koymaya çalıştıkları her aksiyonun karşısında, yepyeni ve gelişmiş reaksiyon argümanları üretmeyi başarmıştır. Bu nedenle Milli Mücadele öncesi çalışma ve organizasyonları, Silahlı Milli Mücadele stratejileri ve Kurtuluş Zaferi sonrasında uyguladığı politikalarda hep başarılı olmuştur.
Yerkürede emperyalizme karşı kesin zafer kazanabilen tek “izm”in, Kemalizm olmasının sırrı; Atarük’ün Aksiyon = Reaksiyon ilkelerini benimsemiş olması gerçeğinde aranmalıdır.
21. yüzyılda “dünya liderliği”ne soyunan ABD Başkanlarının kendilerine Kemalizm’i örnek almaları ve entelektüel/doktirinel aydınlara çeşitli “operasyonel teoriler” ürettirme çabalarının altında yatan gerçekte Atatürk’ün Aksiyon = Reaksiyon prensipleri yer almaktadır. Ve yine mutlak yok edilmesi gerekli öncelikli hedef olarak kendilerine Kemalizm’i seçmeleri de aynı nedenlerden kaynaklanmaktadır.
Hiçbir güç kendisini bir dünya lideri olarak kabul ettirmeyi başarmış bir liderin geride bıraktığı “doktirinel/izm”i yıkmadan yerine dünya lideri olamaz. ABD ve çıkar ortakları bu gerçeği bilmektedir.
Komünizmin çökmesinin ardından dünya liderliğinde söz sahibi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği çökmüş, demir perde kaldırılmış, Berlin duvarı yıkılabilmiştir. Yerkürede emperyalizm karşısında direnebilecek tek güç olarak Kemalizm kalmıştır. Ve tek hedeftir.
Emperyalizm, karşısında direnç gösteren tek hedef Kemalizm’i ortadan kaldırabilmenin temelleri kültürel/ekonomik/ticari/savunma işbirliğine gidilmesi yoluyla atılabilmiştir. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalara bölünerek ortadan kaldırılmasının amaçlandığı günlerde olduğu gibi..
2/c). TÜRKİYE İÇİNDE BULUNDUĞU
KOŞULLARA NASIL ULAŞTI?
Tarihin belgeler galerisinden çıkıp yeni millenniumun başlangıcındaki Türkiye'nin içinde bulunduğu atmosfere bakıldığında, 19. Yüzyıl doktrinel emperyalizm teorilerinden yararlanılarak 1914 koşullarından çok daha ağır koşullar içine sürüklendiği görülmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dünya lideri Atatürk’ün önderliğinde, Türk ve dünya milletleri arasında esaretten kurtulmayı başaran tek devlet olabilmişken, 60 yıl gibi bir süreçte yeniden 1914’den daha da vahim koşullar içine sürüklenmiştir. Bu noktada siyasal otorite ve siyasal otoritenin ortağı bürokrasi zincirinin halkalarının “vatana ve millete yararlı hizmetlerde bulunduğu”nu kabul edebilmek olanaksızdır. Durum göstermektedir ki; siyasal ve bürokrat kesim vatana “ihanet” etmiş, Türk ulusuna 60 yıllık süreç içinde, türlü acılar ve zulüm yaşatarak esarete pırangalanmasına aracı olmuşlardır. Türk ulusunun karanlıkta kalmış olması ve çağını kavrayamaması, siyasal otorite ve teorisyenleri durumunda olan bürokrat kesimin uygulamalarından ve MİT raporlarından kaynaklanmaktadır.
2/C-1).KEMALİZM’E VURULAN İLK DARBE
Cumhuriyet Türkiyesi’nde Kemalizm’e vurulan ilk darbe, 1924 Anayasası’nın ortadan kaldırılmasıyla başlatılmıştır. Ve ardından düzenlenen her Anayasa, Kemalizm’e aykırılıkları meşrulaştırmıştır. Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesine aykırılığın kaynağı haline getirilen Anayasal düzenlemelerle, egemenlik bürokrasinin keyfiyetine terk edilmiştir. Bürokrat kadrolar ise; çeşitli ve karanlık güç adaklarınca belirlenmiş, beslenmiş ve yönlendirilmişlerdir.
Güçlü devlet düşüncesiyle hareket eden Atatürk, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu, seçim sisteminin çoğunluk esasına dayalı olması gerektiğini, millete ait olan egemenliğin yalnızca milletin seçtiği Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kullanılabileceğini; değişmez prensip olarak belirlemiştir. Böylece ortaya ideal bir demokratik/milliyetçi/laik cumhuriyet rejimi çıkmıştır. Batı’da günümüzde bile, bu ideallere ulaşılabilmiş değildir. Atatürk, bunu günümüzden 76 yıl önce gerçekleştirmeyi başarmıştır.
Batı’nın demokratik cumhuriyet rejiminde bu kaliteyi yakalayabilmesinin önündeki engel, toplumların sınıfsal bir yapıya sahip oluşudur. Türk toplum yapısı ise; sınıfsal değildir. Sınıfların çıkarları ve sınıf çıkarlarının dengelenmesi zorunluluğu yoktur. Yalnızca millet vardır. Millet, kendi içinden çıkardığı insanlarla temsil edilen bir devlettir. Demokratik cumhuriyette meşruiyetin tek kaynağı halktır, hakimiyetin de tek sahibi halktır.
1924 Anayasası’nın değiştirilmesi ve ardından gelen diğer Anayasal düzenlemeler ile “güçlü devlet” yapısına son verilmesi amaçlanmıştır. Bu amaçta başarılı olunmuş, “güçlü devlet” yerine, devlete ortak edilen çeşitli “güç odakları” yaratılarak, sınıflar oluşturulması yoluna gidilmiş ve sosyal barış ortadan kaldırılmıştır. Kemalizm ile imparatorluk yapısından millet yapısına geçilmiştir. 1924 Anayasası ve ardından gelen diğer Anayasal değişiklikler ile millet yapısından, sınıfsal yapıya geçilmiştir. Bugün toplum yapısında sınıfsal/etnik/köktendinci parçalanmalar yaşanmasının başlıca nedeni bu noktadır.
2/C-2). MİLLİYETÇİLİK
[1]* “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkına Türk milleti denir.”
Milliyetçilik, millet tabanına oturmuş bir devletin en doğal karakteridir. Ancak, milliyetçilik Atatürk’ün açıklamalarında olduğu gibi değerlendirilmelidir. Aksi halde Nasyonal-Sosyalizm gibi bir milliyetçilikte ortaya çıkabilir. Kafatasçı bir milliyetçilikte..
[2]* “Millet, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirlerine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir politik ve toplumsal heyettir.”
* “Milletin varlığını devam ettirmek için, fertleri arasında düşündüğü müşterek bağ, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, yani millet, dini ve mezhebi bağlantı yerine, Türk Milleti bağı ile fertlerini toplamıştır.”
Görülmektedir ki; Kemalist milliyetçilik her türden dokrinel saldırıdan korunmuştur. Atatürk’ün sınırladığı milliyetçiliği kan ve kafatası kökenine götürmek olanaksız olduğu gibi, enternasyonal düşüncelerin oluşturduğu toplum yapısına dönüştürmekte olanaksızdır.
Ancak, Türk toplumunda milliyetçilik anlayışı sulandırılmış ve kafatasçılığa vardırılmak istenmiştir. Onca milliyetçilik örgütlenmelerine karşın, toplumsal yapı parçalanmış, birlik/kardeşlik bağları zedelenmiş, toplumsal granûl yapısı parçalanmıştır. Çünkü, milliyetçilik örgütlenmeleri ile toplumun “kutuplaşma”lara sürüklenişi amaçlanmıştır. Ve artık öyle bir hale gelmiştir ki; “milliyetçi” olmak, beraberinde “MAFİA”laşmayı doğurmuştur.
Sanayileşme ve kentleşme süreci içinde uygulanan yatırım politikaları ile ülkenin doğu ve güneydoğusu ihmal edilmiş, halkın aşiret sisteminden kurtarılması yerine, toprak ağalarının gönlü hoş edilmeye özen gösterilmiş, bölgesel kalkınma hamleleri gerçekleştirilmesi yerine, geniş halk tabanı siyasi otoritenin kontrolündeki güç odaklarının etkisi altında bırakılmaya özen gösterilerek, kolay ve garanti “oy” potansiyeli yaratılması yoluna gidilmiştir.
Gelişen dünya karşısında sosyal adaletsizliğin hüküm sürdüğü topraklara dönüşen doğu ve güneydoğu bölgesinde Türk/Kürt kardeşliğinin zedelenişine neden olan bu uygulamalar olmuştur.
Türk/Kürt kardeşliğinin zedelenmesi, birbirlerinden kopma noktasına gelmesi, bölücü/yıkıcı ve silahlı grupların eyleme geçmeleri, konunun uluslararası plâtforma taşınması gibi aksiyonlar karşısında MİT, reaksiyon yerine, sonuç olarak ülke coğrafyasının bölünme noktasına ulaşmasına neden olan “kontrol altına alma” girişimlerine yönelmiştir.
2/C-3).LAİKLİK
Laiklik ilkesi Türk toplum yapısına uygundur. Laik devlet, teokratik devletin kontrasıdır. Laik devlette tüm girişimler, din kurallarından arındırılmıştır; dinin devlet işlerine girmesine izin verilmez. Bu açıdan bakıldığında, bugüne değin kurulmuş Türk devletlerinin hiçbirinde tam teokratik bir karakter görülemez. Kemalizm’in laiklik ilkesi Türk toplumunun geleneksel eğilimleri göz önünde bulundurularak gerçekleştirilmiştir. Çünkü, toplum yapısına uygun olmayan devlet yaşamaz. Fakat toplum, her zaman kendi yapısına uygun bir devlet kurabilir.
Osmanlı devlet yapısı özeldir. Toplumun bürokrasi bölümü Sultanın iradesi altındadır. Geniş halk kitleleri ise; kadının şeriat mahkemesi kararlarına boyun eğer. Bu nedenle tam bir teokrasiden söz edilemez. Şeriat devlet hukukunun temelidir. Fakat, devletin yüce çıkarları gereği laik hükümler getirilmiş ve uygulanmıştır. Bu nedenle laiklik ilkesi geleneksel Türk devlet yapısına aykırı değil, tam tersine uygundur.
Devlet güçlü olduğunda dinin devletlere ayak bağı olduğu görülmemiştir. Ancak, devlet zayıfladıkça çıkarları adına devleti ele geçirmek isteyenlerin dini kullandıkları bilinen bir gerçektir. Osmanlı İmparatorluğu’nda da bu böyle olmuştur.
Kemalizm’in laiklik ilkesini benimseyip uygulamasının üç önemli nedeni vardır: 1-Ümmetçiliği ortadan kaldırmak. 2- Devletin ele geçirilmesini önlemek. 3-Devlette ve toplumda aklın ve bilimin hakimiyetini egemen kılmak.
Gerçekleştirilen yasal düzenlemeler ile, laiklik prensibi ağır biçimde yara almıştır. Mezhepçilik/tarikatçılık gruplaşmaları ile örgütlenişleri politikacıların oy potansiyeli ve silahı olmuştur. Yasalara aykırı olmasına karşın; “dergah”lar kurulmuş, cemaatlar oluşturulmuş, tarikatlar örgütlenmiş, “şeyh”ler türetilmiştir. Bu yollardan ekonomi ve siyaset ele geçirilmiş, devlet kurumları içinde örgütlenilmiştir. Tüm bunlar olurken MİT köşe başlarındaki simit satıcılarını fişlemiş, öğrencileri gizli örgüt üyeleri olarak rapor etmiş, fakat tüm bu gelişmelerden habersiz kalmıştır! Şeriat yanlıları TBMM’ne girmiş, iktidar olmuştur. Fundamentalis vakıflar, ticari şirketler, eğitim kurumları oluşturularak ülke dışına taşılmış, Türkî Cumhuriyetler de ve Müslüman ülkelerde örgütlenilerek Türkiye Cumhuriyeti rejimi karşıtı uluslararası güç oluşturulabilmiştir. Toplumun çeşitli kesimleri bu gelişmeler karşısında duyarsız kalamamış sorumluları harekete geçmeye zorlamıştır. Ancak, tüm uyarılara karşın, hukuk plâtformunda gerekli yaptırımların uygulanması sağlanamamıştır. Çünkü, Kemalist Cumhuriyeti ortadan kaldırma çabalarına ilk önce Anayasa’dan başlanarak hukuk işlemez hale getirilmiştir.
Laiklik ilkesi gereği inanç özgürlüğünün yaşandığı Türkiye’de farklı inançlara sahip grupların varlığı da toplumsal granûl yapısının inanç boyutunu sergiler. Siyasi grupların iktidar arayışı plânlamaları sonucu Alevi/Sünni gruplaşmalara neden olan politikalar uygulanmıştır. Özellikle sol görüşlü siyasi parti liderleri “oy” kazanımı için Alevi nüfusu kendilerine hedef kitle seçerken; köktendinci görüşle siyasi partiler de Sünni nüfusu hedef almışlardır. Siyasilerin bu çabaları, ülke içinde Alevi/Sünni çatışması yaratabilecek grupların ve örgütlenmelerine kaynak olmuştur. MİT’in bu alanda da rejim esaslarına aykırı gelişmeler karşısında görevini gereği biçimde yerine getirmemiş olması oldukça dikkat çekicidir. Üstelik bu gelişmeler yalnızca siyasilerin iktidar planlamaları içinde uyguladıkları stratejik taktikler olmaktan çıkmış, uluslar arası güç odaklarının siyasilere uygulattıkları doktrinel faaliyetler haline gelmiştir. MİT, bunları zamanında tespit ederek, milli çıkarlara uygun analizler yaparak, kontra teoriler üretep uygulayamamıştır. MİT’in bu ve benzer aksiyonlar karşısında reaksiyon yerine, gün geçtikçe gelişip dalbudak salmalarına olanak sağlayan “kontrol altına alma çabaları” dikkat çekici ve başlı başına çok ciddi bir araştırma gerektiren konudur. Ancak, sözde ülke çıkarları adına “tabu” haline getirilen MİT, kurum ve personel yapısıyla tartışılamaz, tarşılması halinde vatana ihanet komplosu düzenleniyormuş gibi bir izlenim yaratılmak suretiyle, keyfiyetin devamının sağlanmasını amaçlamaktadır. Hükümetlerin, bürakratların, adaletin, yasaların ve Türk Silahlı Kuvvetleri ile mensuplarının bile haklı/haksız, gerekli/gereksiz eleştirilebildiği bir Türkiye’de MİT’in eleştirilmesi söz konusu edilememektedir.
Özetle: Toplumun değiştirilmesi ile devlet kendiliğinden değişmiş olur. Ancak, devletin değiştirilmesi ile toplumun biçimlendirilmesi olanaksızdır. Bu gerçekten yola çıkan emperyalizm, hedef olarak toplum yapısının değiştirilmesini amaçlamıştır. Toplum yapısı değiştirilerek, Kemalizm’in tümden ortadan kaldırılması çalışmaları sürdürülmektedir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da MİT üzerine düşeni yerine getirememiştir.
2/c-4). AYDIN KESİM
Gerçekçi olabilmek çok güçtür. Çünkü, gerçekler durmaksızın değişim gösterirler. Bu doğanın kaçınılmaz diyalektiğidir. Hiçbir şey durağan değildir. Her şey değişime uğrar. Yeni bilgiler, yeni buluşlar, toplumu yeni aşamalara sürükler ve toplum değişir. Doğru düşünebilmek için ise; gerçeklerin her an elimizin altında olması zorunluluğunu vardır. Pek çok gelişmiş ülkenin gerçeklerinde oluşan bir gerçek, Türkiye’nin sosyal ve ekonomik koşullarına uygun olmayan bir gerçek olabilir. Uyugulana gelen yanlış politikalar sonucu aydın kesim küstürülmüştür. Kemalizm ise; aydınlara çok önemli bir sorumluluk ve toplumsal bir görev yüklemiştir. Aydınların görevlerini yerine getirmesi engellenilmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk:
“İslam dünyası iki ayrı topluluktan meydana gelmiştir. Biri, çoğunluğu teşkil eden halk, diğeri azınlığı teşkil eden aydınlar.
Bozuk zihniyetli milletlerde büyük çoğunluk başka amaca, aydın denen kısım başka düşünceye sahiptir. Bu iki bölüm arasında tam bir karşıtlık, eksiksiz bir muhalefet vardır. Aydınlar, temel kitleyi kendi hedeflerine götürmek ister; halk kitlesi ise, bu aydın sınıfa tabi olmak istemez. O da, kendisine başka bir yön seçer. Aydın kesimi, telkinle, aydınlanma ile çoğunluğu kendi maksadına göre inandırmaya muvaffak olamayınca, başka vasıtalara başvurur. Halka tahakküm ve zor göstermeye başlar; halkı, istibdatda bulundurmağa kalkar. Artık burada asıl tahlili noktaya geldik; halkı ne birinci usül ile, ne de tahakküm ve istibdad ile kendi hedefimize sürüklemeğe muvaffak olamadığımızı görüyoruz... Neden?
Arkadaşlar!
Bunda muvaffak olmak için, aydın sınıf ile halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir ahenk olmak lazımdır. Yani, aydın sınıfın halka telkin edeceği ülküler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Halbuki bizde öyle mi olmuştur? O aydınların telkinleri, milletimizin ruhunun derinliğinden alınmış ülküler midir?
Şüphesiz ki hayır!.. Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat, umumiyet itibariyle şu hatamız da vardır ki, inceleme ve okumalarımıza zemin olarak çok kere kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı almayız. Aydınlarımız belki bütün dünyayı, bütün diğer milletleri tanır, lakin kendimizi bilmeyiz.
Aydınlarımız, milletimizi en mutlu millet yapayım, der, başka milletler nasıl olmuşsa, onu da aynen öyle yapayım, der.. Lâkin düşünmeliyiz ki, böyle bir nazariye, hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için saadet ve şartlar, birini mesut ettiği halde, diğerini bedbaht edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken, dünyanın her tür ilminden, keşiflerinden, ilerlemelerinden yararlanalım; lâkin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkartmak zorundayız. (20 Mart 1923) [3]*)
MAFİA grupları arasında silahlı çatışmalar, terör, banka kasalarının içinin boşaltılması, eğitim özgürlüğünün ortadan kalkması, insanların sokağa çıkmaya korktuğu kaos ortamı, köktendinci/etnik gruplaşmalar, örgütlenmeler ve silahlı eylem birimlerinin terör yaratması, kanlı terör üzerine kurulu bir siyasallaşma ve bu siyasallaşmanın uluslararası plâtforma taşınarak savunulur hale getirilmiş olması, sivil toplum örgütlenmesi adı altında fundamentalis/etnik unsurların legalleştirilerek toplum içinde güç odaklarının oluşturulması gelişmelerinin başlangıcından geliştikleri son noktaya değin aydınların varlığı yok varsayılamaz.
21. Yüzyıla ulaşılmasına karşın bunca aydına sahip Türkiye’nin içinde bulunduğu karanlık göstermektedir ki; aydın sorumluluğu içinde doğal görevlerini yasal plâtformlarda sürdürebilmelerine izin verilmemiş olması, aydınların işlevsiz kalmasına ya da fundamentalis/etnik/bölücü/yıkıcı unsurlar arasında yer almalarına yol açmıştır. Aşağılanan, yok varsayılan, dışlanan aydınlar, küstürülmekle kalınmayıp, uğradıkları bu manevi işkence sonucu, dış istihbarat örgütleri ve onların işbirlikçi uzantılarının yararlanabilecekleri potansiyele dönüşmüşlerdir. Aydınların üretimleri ile yaşamlarını devam ettirebilme olanakları ellerinden alınarak, işsizliğe ve açlığa terk edilmişlerdir. Örneğin: yazarların kitapları toplatılmış, hapse atılmışlar, işsiz kalmaları temin edilmiştir. Düşünce üretimi, yani emeği ile geçimini temin edemez hale gelen aydınlar, “köşe dönmenin erdem” olarak kabul görüp alkışlandığı topluma hizmeti “aptallık” olarak kabule ve topluma ihaneti de “hak” görmeye başlamışlardır. Bu gelişme çizgisinde aydın halktan ve devletten tümüyle kopmuştur. Sonuç olarak etnik/köktendinci/bölücü/yıkıcı unsurlar arasında “aydınlar” da yer almıştır. MİT, bu gerçeği görüp uygulanmakta olan yanlış politikanın değiştirilmesi doğrultusunda girişimlere yönelmek yerine, toplumun parçalanmasını hızlandıracak anlamda faaliyetini giderek daha da arttırmıştır.
Pek çok aydın, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin geliştirilmesi ülküsü doğrultusunda çalışmalar yapmak yerine, “keşke müstemleke olsaydık” tezini ortaya atmış, işbirlikçi faaliyetlere yönelmiş, sayılarla ifade edilen Cumhuriyetlerden söz etmeye başlamışlar, bu doğrultuda girişimlere yönelmişlerdir.
Siyasal otorite ise; bu gelişmeden bile rahatsız olmamış, iktidarda kalmak adına bu zihniyet içindeki aydınların etkisinde kalan çevrelere şirin gözükmeye çalışarak, yeni bir “oy potansiyeli” ve değerlendirme yönüne gitmiştir.
BÖLÜM: IV
3). GÜNÜMÜZ TÜRKİYE’Sİ
Türkiye’de çeşitli baskı grupları oluşturulmuştur. Seçimlere oluşturulan bu baskı gruplarının faaliyetleri içinde gidilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne baskı grupları yön vermeye başlamıştır. Böylece azınlığın çoğunluğa tahakkümü gerçekleştirilebilmiştir. Çeşitli gruplar devlete baskı yapmayı göze almıştır. Devlet oluşturulan bu baskı grupları karşısında reaksiyon gösteremez bir hale getirilmiştir. Oysa ki; devlete baskı yapma hakkını kendisinde gören gruplar, devletin baskı yapma hakkını kabul ediyorlar demektir.
Türkiye’nin sosyo-antropolojik zemini ortaya çıkartılmamıştır. Eğer bu yapılmış olsaydı, devlet yönetimi kolaylaşır, toplumun gelişme hızı arttırılmış olurdu. Türkiye’nin yapmadığı bu araştırmayı emperyalist ülkeler yapmıştır. Ellerindeki bu verilere uygun biçimde de etnik/köktendinci/yıkıcı/bölücü unsurları harekete geçirmişlerdir.
Devletin ilk var oluş nedeni asayiştir. Asayişi sağlayamayan devlet, var oluş nedenini inkar etmiş olur. Bugün Türkiye’de etnik/köktendinci/bölücü/yıkıcı terör vardır. Bu doğrultuda aksiyonlar sergilenirken, devlet reaksiyonda çok gecikmiştir. Gecikmenin bedeli 15 yıl süren bölücü terör, 35 bin insan kaybı, milyar dolarlar ile ifade bulan kaynak yitirilişi ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin uluslararası mahkemelerde “sanık” durumuna düşürülmüş olmasıdır.
Hiç kimsenin devleti parçalamaya hakkı olamayacağı gibi, kendisini devletin yerine koyup örgütlenme hakkı da olamaz. Ancak, kendisini devletin yerine koyan çevreler örgütlenebilmişlerdir. Ve bu etnik/fundamentalis/bölücü/yıkıcı unsurların örgütlenmesine “sivil toplum örgütlenmesi” adı verilebilmiştir. Oysa ki; dünyanın hiçbir ülkesinde ve hiçbir rejiminde aksiyonlar ile reaksiyonları bir görebilen hukuk anlayışı görülememiştir. Eğer devlet mekanizmasında bir aksaklık yoksa, illegal oluşumlar, varlığını sürdüremezler.
Türkiye’de MAFİA gruplarının siyasi liderler ve işadamlarıyla akrabalık ilişkileri içinde çıkar ortaklığı yaptığı bilinen bir gerçek olmasına karşın; varlığından “rant” sağlandığından yaşamasına göz yumulmuştur.
Siyasal otorite, onca kan, göz yaşı, kaynak, otorite ve itibar kaybına karşın terörün sağladığı “rantiye” teröre yeşil ışık yakılmasını görmezden gelebilmiştir.
Türkiye’de fundamentalizm hükümet olabilmiştir. Çünkü, geniş siyasi çevreler ile çeşitli iş çevrelerine “rantiye” sağlamıştır. Bu nedenle de fundamentalizm, inanç ve düşünce özgürlükleri örtüsü altında savunulmuştur.
Adalet çökmüştür. Adalet en büyük “rant” kaynaklarından birisi haline getirilmiştir.
Toplumsal sosyal güvence ve umuttan söz edilmesi ise; en hafif ifade ile zaten komiktir.
Görülmektedir ki; Türkiye’nin bugün içine sürüklendiği ve çıkış yolları aradığı sorunlar yumağını oluşturan kaynak, ekonomiktir! Ekonomi ise; kuralları içinde geliştirilememiş, her görüş ve grup türedi gruplar oluşturarak, kullanabileceği ekonomik kaynaklar yaratmıştır. Ancak, bu yüzeysel bakıldığında böyledir ve bir yanılsamadır. Çünkü, ekonomi kullanılarak politik amaçlar gerçekleştirilmektedir. Kökü dış kaynaklı ekonomik güç odaklarınca desteklenerek oluşturulan emperyalist ekonomi modeli, artık görülmelidir.
Ekonomik alanda türlü çözüm yolları vardır. Devletler bunu üretebilirler. Ancak, politik gelişmelerin çözümlerini bulmak her zaman mümkün olmayabilir.
3/1). ANARŞİ VE TERÖRÜN KAYNAĞI
“Bir toplumda insanlar, elde edemeyecekleri şeyleri istemeye veya toplumun ekonomik gücü, insanların isteklerini karşılamaya elverişli olmadığında toplum karışır” görüşü oldukça yaygındır. Bu ifadede gerçeklik payı da olduğu inkâr edilemez. Ancak; eğitimsiz kitlelerin provokatörlerin eline geçmesi halinde “eylem süreci”nin başladığı da görmezden gelinmemelidir.
Türkiye’de anarşi ve terörün kaynağı, insanların içinde bulundukları koşulların yetersizliğinden daha çok provokatörlerin faaliyetleri olmuştur. Türkiye, her alanda provokasyana açık hale getirilmiştir.
Siyaset bilimi, toplumu yönetme sanatı olduğuna göre, siyasetçilerin konusu toplumdur. Emperyalizmin siyasileri elbette ki, Türk toplum yapısını incelemişler ve elde ettikleri argümanları kullanmaktadırlar. Aynı titiz çabayı ise; Türk siyasetçileri gösterememişlerdir. Provokasyona açık toplum, her alanda istismar edilmektedir. Hem de kendi siyasetçileri aracılığı ile..
3/2). SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ
Sivil toplum örgütleri,. toplumu amaçlarına göre örgütler. Yönetim alanında bir anlamda “barometre” görevi üstlenirler. Bazı kitle ve toplulukların huzur ya da huzursuzluklarını yansıtmaları anlamında önemli ve yararlı bir işleve sahiptirler. Siyaset dışıdırlar, toplumun içinde bulunduğu koşulların göstergeleri olduklarından ötürü siyasetçilere yönetimde pusula işlevi görürler.
Türkiye’deki sivil toplum örgütlerinin büyük bir bölümünün yalnızca İstanbul’da kurulmuş olmaları devlet sorumluları için uyarıcı olabilmeliydi. Yine sivil toplum örgütlerinin yasalarla sınırlanmış görevleri dışına kayarak, siyasal görüşlerin sözcüleri durumuna gelmiş olmaları da dikkat çekmiş olmalıydı. Sivil toplum örgütlerinin bir gecede ülkeyi baştan başa siyasal sloganlarla donatabiliyor oluşları da dikkate alınmalıydı. Sivil toplum örgütlerinin ekonomik kaynakları çok titiz bir biçimde büyüteç altına alınarak incelenmeliydi. Ancak, bunların hiçbirisi yapılmadı. Her şey görmezden gelindi.
Sivil toplum örgütleri Türkiye’de sınıf kavgası yaratarak işe koyulmuşlar, siyasal görüşleri doğrultusunda siyasal söylemler üreterek halkı kutuplaşmaya sürüklemişlerdir. Yasalar ile sınırlandırılmış yetkilerini aşarak politik beyanlarda bulunarak, eylemlere yönelirken, hiçbir engelleme ile karşılaşmamışlardır.
Özetle: sivil toplum örgütlerinin emperyalizmin yerli işbirlikçilerine dönüştükleri görülememiştir. Bugün sivil toplum örgütleri yalnız ve yalnızca politik baskı araçları olarak faaliyet göstermektedirler. Bir avuç militan kadro olarak görülüp küçümsenen, gruplar uluslararası plâtformda Türkiye’yi masaya yatırıp, ekonomik/siyasal/sosyal/kültürel/hukuksal alanlarda yeniden biçimlendirebilme çalışmalarına yönelmiştir.
3/3). EKONOMİ
Ekonomi çok duyarlı bir varlıktır. Ekonomiyi piyasa belirler. Piyasa ise; ekonominin barometresidir. Duyarlı olduğu ölçüde de canlıdır. Ekonomi alanında toplumun nabzı çarpar. Sivil otorite bu nabzı elinde tutarak yönettiği toplumun içinde bulunduğu koşulları öğrenerek, önlemler alıp geleceği belirlemeye çaba harcar. Ancak, sivil otorite nabzı tutarken, durumu belirleyip önlemler ve plânlamalar yapmak yerine; nabız atışlarından elde ettiği bilgileri kişisel ve iktidar çıkarları adana “rant” kaynağı olarak değerlendirme yönüne giderek, kendilerini güçlü ve hakim kılmaya çaba harcamışlardır.
Siyasal otoritenin liderleri kişisel ve iktidar ortaklarının çıkarları adına ülkenin çıkarlarını hiçe saymış, ekonomik gücün salt kendi ellerinde olabilmesi için ellerinden geleni yapmışlardır. Ve Türkiye ekonomisi çökmüş, birkaç holdingin kontrolüne geçmiştir.
3/4). MEDYA
Roma İmparatoru Sezar, İmparatorluk Senatosu’nun aldığı kararlar ile yaptığı çalışmaları halka duyurmak için “ActaSenatus” adlı bir duvar gazetesi yayınlatmıştır. O tarihten günümüze değin türlü aşamalardan geçen bugünkü gazeteler, radyolar ve televizyonlar gibi “kitle iletişim araçları/Medya” oluşmuştur.
Sezar’ın uygulamadaki amacı kamuoyu oluşturmaktı. Ancak, zaman içinde bu işlev değişmiş, kamuoyu oluşturmak yerine kamuoyunu yansıtmaya dönüşmüştür. Ancak, dürüstlük esasları içinde kamuoyunu yansıtma görevini sürdürmekle yükümlü ve sorumlu gazeteciler; zaman içinde dejenere olmuşlar, meslek ilkelerini ve onurlarını hiçe sayarak, kişisel çıkarlar adına kamuoyu oluşturan araçlara dönüşmüşlerdir.
Günümüzde çıkar gruplarının amaçlı olarak yaldızlarını parlatarak yıldızlaştırdıkları memur gazeteciler; hangi amaçlara hizmet ettiğini kendilerinin de bilmediği ve hiçte önemsemedikleri, ülke çıkarlarına aykırı söylev, yayın ve programlar ile kamuoyu yaratma çabaları içindedir. Aksi doğrultudaki gazeteciler ise; medya dünyasından tasfiye edilmektedirler. Dış güç odakları Türkiye’de her alanda böylesine organize olabilirken, MİT bu alanlardaki gelişmelerden habersiz kalmayı yeğlemiştir. MİT, Medya dünyasından kullanmaya uygun kişilikleri seçmiş, içindeki hakim grupların çıkarlarına uygun dosyalar düzenleyip yayınlatarak kamuoyunu yönlendirme çalışmaları yapmayı sürdürmektedir.
Ancak, MİT’in bu yöntemi tüm dünya tarafından bilindiğinden memur Türk meyda mensuplarının yayınları ciddiye alınmamakta, Türk gazeteci ve televizyoncuları MİT mensubu olarak değerlendirilmektedirler. Bu nedenle Türkiye, medyadan yararlanarak dünya plâtformunda, tarafsız bir biçimde kendisini savunabilme ve sesini duyurma olanağını da ortadan kaldırmıştır. Medya dünyasındaki bu durum, politik eğilimler ve uygulanan yanlış politikalardan kaynaklanmaktadır.
Türk medya mensuplarına “Başbakanlık Basın Yayın Genel Müdürlüğü” tarafından verilen “Basın Kartı” ise; dünyanın gözünde hiçbir itibarı olmayan gerçekten komik bir kimlik durumundadır. Çünkü, “Basın Kimlik Kartı” dünyanın demokratik ülkelerinde “basın meslek kurumu” tarafından verilmektedir. Bu yanlış uygulama da gazetecilerin gerçekte bağımsız ve özgür olmadıklarını, sıradan birer devlet memuru olduklarını kanıtlayan bir belge olmaktadır.
Kartelleşen ulusal medya kuruluşlarının sahiplerine bakıldığında, belirgin biçimde dikkat çeken ortak bir özellik gözlenmektedir. Psikoloji biliminde “kişilik bozukluğu” tanımlamasıyla anılan ortak özelliğin bir nedene yaslanıyor olduğu izlenimi uyanmaktadır. Kişilik bozukluğu tanımlamasıyla anılan bu şahsiyetlerin özgeçmişleri incelendiğinde, gizli eller tarafından gizemli bir biçimde ve çok kısa sürelerde ekonomik ve siyasal alanlarda güçlendirilmiş oldukları hemen göze batmaktadır. Bu da medya patronlarının, çok basit, oldukça sığ ve çok sıradan birer “mutemet” oldukları gerçeğini gözler önüne sermektedir. Oysa ki, necip Türk ulusu böyle bir medya yapılandırmasını hak etmemektedir.
Öte yandan etnik/fundamentalis/yıkıcı/bölücü unsurlar ulusal ve uluslararası platformda yayın yapan yazılı ve görsel medya organları ile Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut rejimini yıkmaya yönelik yayınlar yapabilmektedir. Bu yayınlar, Türk ulusunun moral değerlerini yıpratmaktadır. Toplumun granûl yapısını hedef alan bu yayınlar, Türk toplumunun barış, kardeşlik duygu ve düşüncelerini yıkmaktadır.
3/5). SİYASİ PARTİLER
Siyasi partilerin sağdan sola bir fikir yelpazesine yerleşmiş gibi görünürler. Fakat, bu görünüm “sanal vizyon”dur. Çünkü, siyasi partilerin ekonomik görüşlerinde temel bir ayrıcalık yoktur. Partilerin programları incelendiğinde bu gerçek oldukça belirgindir.
Mevcut düzenin korunmasından yana siyasi partiler olduğu gibi, mevcut düzenin değiştirilmesi gerektiğini savunan siyasi partiler de vardır. Ve iki kutbun varlığı ise; toplumsal sorunlar yaratılmasına kaynak olmaktadır. Siyasi partilerin programları, sorunları ortadan kaldırmaya yönelik olmaktan daha çok, sorunlardan yararlanılarak “rant” elde edilmesi amacı taşımaktadır.
Düzeni korumaktan yana olan siyasi partilerin dejenere olan politik yapıyı nasıl re-organize edebilecekleri açıklanmamıştır. Düzeni değiştirmek isteyen siyasi partiler ise; Türkiye’nin nasıl bir duruma düşeceğini hesaplamamışlardır.
Türk siyasal yaşamında etnik/köktendinci/bölücü/yıkıcı gruplar tarafından organize edilen siyasi partiler oluşturulabilmiş ve bu partilerin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girmeleri sağlanmıştır. Bu aksiyonlar, siyasi otorite tarafından “demokratik hakların kullanımı” olarak savunabilmiş, ilgili devlet kurumlarının işlevsiz kalmaları doğrultusunda çabalar gösterilmiştir.
Hangi görüşü savunurlarsa savunsunlar siyasi liderlerin eğitimlerini ülke içindeki dış ülke okullarında ya da dış ülkelerde, emperyalizmin güç odaklarının sağladığı burslarla tamamlamış olmaları da başlı başına ve olabildiğince dikkat çeken, oldukça da gizemli bir noktadır.
3/6). EĞİTİM
Türkiye’de eğitim, köktendinci grupların mevcut düzen içinde legal kurumları olan bazı vakıfların kontrol ve denetimine geçmiş bulunmaktadır. Bu sonuca birkaç yıl içinde varıldığı söylenemez. Uzun süren çabalar sonucunda elde edilen bu başarı, uygulamaya konduğu dönemlerde, istihbarat organı MİT tarafından hiç fark edilmemiş olması, oldukça düşündürücü ve hayret uyandırıcıdır. Oysa ki, anılan kurumun ülkenin tüm yüksek öğrenim öğrencilerini fişlediği ve kontrol altında tutma çabaları içinde olduğu bilinen bir gerçektir. O halde nasıl olmuştur böylesine radikal köktendinci bir örgütlenme, eğitim alanını ele geçirmeyi başarabilmiş ve başlı başına bir eğitim sektörü oluşturabilmiştir?
Anlaşılması güç olmayan neden: “Türk İslam Sentezi” diye, anılan bir uygulamanın siyasal otorite tarafından da benimsenmiş olmasıdır. Fundamentalizm, Türk İslam Sentezi tanımlamasıyla perdelenerek millileştirilmek istenmiştir.
Her seviyedeki öğretim görevlileri kendi siyasal inanç ve düşünceleri doğrultusunda gençler yetiştirmeye yönelmişlerdir. Kutuplaşma ve parçalanmaya, hatta düşman kamplar oluşmasına neden olan bu tutumlarını Anayasal hakların kullanımı olarak savunmuşlardır. Öğretim görevlileri, görev ve yetkilerin aşılmasına karşın; kendilerini koruyan siyasi partiler bulabilmişlerdir. Özetle eğitim görevlileri, asıl işlev, sorumluluk ve görevlerini bir yana bırakmış, siyasal uzantılara dönüşmüşlerdir.
BÖLÜM: V
4). GÜÇLER DENGESİ
Kemalizm, ilk darbeyi 1924 Anayasası’nın değiştirilmesiyle almıştır. 1924 Anayasa’sı güçlü devlet esasına göre hazırlanmıştır ve tümüyle kopyacılıktan uzak tutulmuş, Türk toplum yapısı ve gelenekleri göz önüne alınarak hazırlanmış, egemenlik kayıtsız şartsız milletin kendisine teslim edilmiştir.
Gerçekleştirilen Anayasal değişiklikler sonucunda devletin gücü parçalara bölünmüştür. Bu Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanması yolunda atılan ilk adımdır.
Parlamento, Hükümet, Cumhurbaşkanlığı, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay ve özerklik verilen kurumlar arasında devlet gücünün dağıtılmış olması Türkiye’yi bugün içinde bulunduğu koşullara sürüklemiştir. Bu gelişmenin tarihteki bir örneği Batı Almanya’nın Amerika tarafından işgal edildiği günlerde yaşanmıştır. Kaynağını Görev ve sorumluluk hükümetin, yetki ise; diğer kuruluşların ilkesinden alır. Amaç, savaşa yatkın siyasi bir iradeye sahip olabilecek hükümeti, savaşa karşı karakterdeki bürokrasi ile frenleyebilmektir. Oysa ki, Batıda örneği görülen bu türden kuruluşların varlık nedeni toplumun sınıfsal olmasındandır. Egemen olamayan sınıflara güvence verilebilmek için gerçekleştirilmiştir. Türkiye’de Batı’da olduğu anlamda sınıfsal bir toplum yoktur.
Batı devletleri sınıfsal yapılarından ötürü dejenere olmuşlardır. Bazı hallerde işçi sınıfını, zaman zaman da “orta direk” denilen kesimi yanına alarak çıkarları doğrultusunda haklar elde ederek, devletleri ele geçirmiştir. Devlet burjuvanın eline geçtiğinde, diğer sınıflar tedirgin olmuşlardır. Bunun üzerine burjuva sınıfı iktidar dışındaki sınıflara bazı haklar tanıdılar. Adaletin korunacağını, kimsenin haksızlığa maruz kalmayacağını garanti edebilmek için de bağımsız mahkemeler kurdular. Soylu sınıfa senato da söz hakkı verdiler. İşçi sınıfına ekonomik baskı uygulanmayacağının güvencesi olarak grev hakkı verildi. Eğitim alanında eşitlik sağlanabilmesi için, üniversitelere özerklik tanındı. Bürokrasinin haksızlıklarla karşılaşmayacağının güvencesi olabilmesi için, idari mahkemeler kuruldu (Danıştay). Böylelikle bir bütün olan devletin parçalara bölünmesi engellenmeye çalışıldı. Devlet içinde güçler dengesi oluşturuldu.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ise; Türk toplumsal yapısına uygun olarak tüm gücü, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde toplamıştır. Yargıyı adalet mekanizmasına, yürütmeyi hükümete, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay gibi kurulları, TBMM’nin denetimi içinde yer alan bazı kuruluşlara dağıtmıştır. Bunları gerçekleştirirken milletin yanlış yapabileceğinin de öngörüsü içinde olmuştur. Ve milletin yanlış yapmasından korkulmaması gerektiğini vurgulamıştır.
Millet bir yanlış yapar ise; yaptığı yanlıştan geri dönebilir, yanlışta direnmez. Çünkü, zarar görecek olan kendisidir. Ancak, milletin içinden çıkabilecek yanlış düşünenlerin kendi çıkarları adına, ulusal çıkarlara aykırı yanlışları sürdürmesine engel olunması mümkün olmayabilir. İnsanlık tarihi bize bunun sayısız örneklerini sunmaktadır.
Devlet gücünü halkın özgür iradesiyle seçtiği Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden almalıdır. Ancak, halkın özgür iradesini bilinçli biçimde kullanabilmesi için, halkın aydınlatılması, çağının gerçeklerini özümsemesini sağlayacak koşulların oluşturulması gereklidir.
Not: İlgili belgedeki bold olan satırlar tarafımızca yapılmıştır.
[1]*” Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları” S:.376
[2]* “Tarihten Bugüne” S:165
[3](*) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri C:II S: 140-141
Y. V 1 Gün Önce
Şimdi Ergenekon daha iyi anladım
Vedat F 1 Gün Önce
Oyu güzel yazıyorsunuz ama unun ergenkondan yargulan kaç kişi biliyor