PROF. DR. İSMAİL HAKKI AYDIN DA, “O HIRSIZDIR.” DEDİ
Yazan Muammer KARABULUT / 13 Temmuz 2022
Her şey 25 Nisan 1953 tarihinde, James Watson ve Francis Crick’in “Nature” de DNA’nın keşfine ilişkin yayınladıkları makalenin bilimsel olarak kabul edilmesi ile başladı.
Yapılan keşif ile insanın gen haritasının çözüldüğü de iddia edildi. O günden sonra teknolojideki gelişmeler sayesinde, DNA üzerindeki laboratuvar çalışmalarla ile birlikte bir çok makale yazıldı.
DNA ile ilgili ilk makale, “Nature” dergisinde 25 Nisan 1953’te, James Watson ve Francis Crick imzası ile yayımlandı. DNA makalesi öyle bir parlatıldı ki, ona modern zamanların en önemli makalelerinden birisi denildi. O yazı da tüm yaşayan hücresel organizmaların kalıtımsal materyallerini kapsayan moleküler kimyasal yapıya, Deoxyribose Nucleic Acid kısaca DNA tarafından ortaya çıkarıldığı iddia edildi. Tüm zamanların en önemli buluşu sayesinde insan yeniden keşif edilecekti. İnsan DNA’sı üzerinde çalışmalar ilerleyince, her şeyden önemlisi stratejik önemi ortaya çıkmaya başlayınca 1990 yılında ABD Enerji Bakanlığı (DOE) ve Ulusal Sağlık Enstitüleri (NIH) tarafından koordine edilen “İnsan Genom Projesi (HGP)” ortaya çıktı. Projenin başlangıçta 15 yıl sürmesi planlanmıştı, ancak teknolojik gelişmeler, tamamlanma tarihini 2003 yılına kadar hızlandırdı.
Hedeflerinde;
İnsan DNA'sındaki yaklaşık 20.000-25.000 genin tamamını tanımlamak , İnsan DNA'sını oluşturan 3 milyar kimyasal baz çiftinin dizilerini belirlemek , Bu bilgileri veritabanlarında saklamak , Veri analizi için araçları geliştirmek , İlgili teknolojileri özel sektöre aktarmak ve Projeden doğabilecek etik, yasal ve sosyal sorunları (ELSI) ele almak .Çalışmaların bütün ayrıntısı için web sitesi kuruldu.(bkz) “İnsan Genom Projesi’nin 10. Yılında Clinton Beyaz Saray'da bir davet vererek (26 Haziran 2000), tanıtım toplantısı yaptı. (bkz)
DNA’NIN 50. YIL İLE KARARTILDIK!
Dünya kamuoyu ise DNA’nın keşfi ile bilim insanlarının ne yaptığını anlaması için, 50 yıl beklemesi gerekiyordu.
DNA’nın 50. yılında keşfini TIME 12 Şubat 2003 tarihinde Monterey Konferans Merkezi'nde, “Yaşamın Geleceği” konulu (bkz) konferansla anarken, George W. Bush’da 25 Nisan 2003’de Beyaz Saray’da konusu DNA olana bir davet verdi.
Her iki toplantıda konuşulanlar ile ima edilenler, 11 Mart 2020 tarihinde ilan edilen plandemide başımıza gelecekleri, yaşadıklarımızı ve sonrasında yaşayacaklarımızı anlatıyorlardı.
Ne de olsa DNA’ya, “Yaşamın Geleceği” demişlerdi ve öyle de oldu.
Söylediklerine göre keşfettikleri DNA’ya, tıpta nanoteknoloji vaadi ile girecekler ve insan genomlarında istedikleri herşeyi değiştirerek müdahale edeceklerdi. Açıkçası anlatılanlar NASA’nın Ay hikayesine, Elon Musk’ın Mars’a yolculuğuna benziyordu. İnsanların algısında şaşkınlık yaratma, aklını çelme ve yaygın medya ile parlatma işleri DNA’nın icadı ile de yerine getirilmiş, istenilen İNANÇTA sağlanmıştı.
BUGÜN MARILYN YARIN PRESLEY OL!
Anlatılanlara göre tüm genomlarımız, “1000 doların altında bir fiyata” sadece yarım saat içinde sıralanacak, insanlar istedikleri çocukları elde edecek, klonlama olağan hale gelecekti. Hayal edin diyorlardı, Marilyn Monroe, James Dean veya Elvis Presley'i olabilirisiniz!..
Ve Kök hücre araştırmalarında öncü olan ise Event 21’e ev sahipliği yapan Johns Hopkins Üniversitesi vardı.
GENEOMLA DÜNYA EKONOMİSİNE SAHİP OLMAK
30 yıl önce DNA’nın 50. yılında yapılan bu toplantılarda, gelecek 50 yılda genomik temelli bilgi, dünya ekonomisine hakim olacağı ve bu gelişmeleri anlayan, bunlardan yararlanan ülkelerin ise büyük kazançlar sağlayacağı geri kalanların ise ekonomik olarak başka kulvarda olacağı söyleniyordu.
Tıpta DNA üzerinden, İNSANI ve tüm canlı aleme müdahale, Nanoteknolojinin kullanımı ile olacaktı.
150 YAŞINDA 40 YAŞINI YAŞA
Pazarlama taktikleri arasında, yaşamın uzatılması ve kalitesi vardı. Örnek olarakta ihtiyarlamış Ronald Reagan'ı gösteriyorlardı. Şu anda Reagan hissettiklerini hissedecekse, “kimse 150 yaşına kadar yaşamaktan heyecan duymayacaktır. Ama ne var ki? 95 yaşında olup 40'larında gibi” hissedecekse herkes sıraya girecekti. (bkz)
Türkiye’de de 3 yıl sonra (11 Mart 2006) Hürriyet Gazetesi de, “İnsanlık, ‘İNSAN 2.0’ çağına giriyor” başlıklı bir haber yaptı.(bkz)
Haberi yapanın veya varsa orijinalinin daha önce nerede yayınlandığına ilişkin bir bilgi yoktu! Haberde dikkatimi çeken ise 2020 yılından sonra karşılaştığımız tüm gelişmelerin yazılmış olmasıydı. Onun için 2006 yılında Hürriyet’te yayınlanan haber, bugün ne demek istediği daha iyi anlaşılıyordu. Haberin kökleri, 2003 yılında DNA’nın 50. yıl icadından dolayı yapılan konferansların kamuoyu ile paylaşılan açık bilgilerden oluşuyordu.
YAŞAMIN KODLARINDA “GNR” VARDI!
G(Genetik),N(Nanoteknoloji)R(Robotik) devrimlerinin henüz başlangıcında olduğumuz ve bu devrimlerin son derece hızlı gelişimi ile, bugünkü insan (1.0) da kısa süre içinde yeni bir insan (2.0) aşamasına yükselecek, aynı zamanda bilinç olarakta çok gelişecekti. GNR eşliğinde İNSAN 2.0’ını yaşayacaktı. Tüm bunları da 2020’da başlattıkları pandemi ile gerçekleştirmeyi planladıkları 2022 yılına geldiğinde söylemek hiçte zor değildi.
DNA’daki gelişmelerin ardından insanlığın 2.0’nı yazan Ray Curzweil göre, insanın yarı robotik bir yaratığa dönüşmesi sonrası ölümsüz de olacaktı. Teknoloji on yılda ikiye katlanırken, bu oran yılda ikiye katlanmaya başlamıştı. Teknolojideki bu gelişme de klasik insan tipi diye tarifi yapılan 1.0 insanın sonu olacaktı.
Küresel sapkınlar, insanların hedefinde 2.0, ülkelerin ekonomilerine 4.0 sanayi devrimi ve Dünya Ekonomik Forumun kurucusu ve başkanı Klaus Schwab tarafından teorisi yazılan, Büyük Sıfırlama, Great Reset veya Global Reset’e yelken açmasını istiyordu.
DÜNYA’DA “DNA” ÜZERİNDEN DEĞİŞİMİ İSTEYEN KİMDİ?
Buraya kadar her şey bir gelişmişliği, değişimi ve icatları anlatıyordu.
Ama tüm bunları isteyen kimdi?
Değişimi isteyenler, dünyada kısacası bütün kötülükleri yalnızca kendi varlığını güçlendirmek için isteyen, son yıllarda yakından tanıdığımız, 2.0 insan modelini şimdiden kabullenen bill gates ve bu işleri ona organize ettiren küresel çeteydi.
Küresel çete istiyor diye her şeye sorgusuz inanılacak, gösterdikleri hedeflere insanlar ve hükümetler, istedikleri yoldan gidecekti. Karşılığında ise İNSALIĞIMIZDAN vazgeçerek robot olacaktık. Beynimizin yerini sanal bellek alacak, sanal gerçeklik (metaverse) gözlükleri ile sonsuz bir hayal dünyasında gezinecektik.
Vücudumuzda sorun çıkartan parçacıkların engellenmesi de RNAi ile yapılan müdahale ile olacaktı. DNA’ya müdahale RNAi ile müdahale ediliyorsa, genlere istenilen eklemeler de olacak anlamına geliyordu. Zaten fare deneylerinde başarılı olmuşlar şimdi ise sırada insan vardı. İnsandaki bu değişim, G (Genetik)’nin yanındaki N(Nanoteknoloji) ile olacak sonra da R(Robotik) olacaktık.
İnanmamız istenilen bu değişim, DNA sarmalının 50. yılı olan 2003 yılında anlatılmaya başlandı ve 2020’den itibaren de olgunlaştı!
DNA’nın 70. yılında ki gelişmelerin özeti bu kadardı.
DNA’NIN BİLİNEN GÖRÜNTÜLERİ, İLLÜSTRASYON, MODELLEME ve ANİMASYON…
Şimdi sırada, beklide en önemlisi DNA’yı ve icadını sorgulamak var.
“Çifte sarmal” olarak tanıtılan, iki farklı merdiveninin birbirine sarıldığı DNA’nın hiçbir yerde görüntüsü yoktu! Var olanlar da illüstrasyon, modelleme ve animasyonlardan oluşuyordu.
DNA’nın ilk görüntülerini x ışınları ile çeken Rosalind Elsie Franklin’in (25 Temmuz 1920-16 Nisan 1958) (bkz) elde ettiği verilerin bu modellemelerle benzerliği bulunmuyordu. Üstelik DNA keşfine yaptığı katkıların büyük oranda ölümünden sonra fark edilmesi de düşündürücüydü.
Söz konusu moleküler yapıyı ilk görüntüleyen Rosalind Elsie Franklin’in adı DNA’nın mucidi olarak geçmiyordu! Öyle ki Beyaz Saray’da DNA’nın 50. Yıl kutulaması onuruna davet veriliyor adı yine anılmıyordu.
Hadise, bir çocuğu dünyaya getiren anneden habersiz ona isim vererek büyütme düşüncesine benziyordu. Yapılan bilim değil hırsızlıktı. Bu da küresel güçlerin en çok sevdiği eylemdi. Eğer bu buluş insanlık tarihi için önemliyse, bu alanda çalışan insanların da önemli olması, o insanların emeğine saygı duyulması gerekiyordu. Aksi gelişmeler varsa, o buluş ile söylenenler arasında bir çelişki ve pazarlanan doğrular da yok demektir.
Bilim hırsızlığı yapanın, hırsızlığa devlet desteği (ABD) verenlerin, bu bilimle insanlık için doğru işler yapmasını beklemekte hırsız gibi düşünmek demekti.
Karenin tamamlanması için bill gates’in de bu kirli bilimin yanında olması gerekirdi. O da, “Bilime her zaman ilgi duymuşumdur. En sevdiğim kitaplardan biri James Watson ‘Genin Moleküler Biyolojisi’” olduğunu söyledi. Böylelikle bill’in hangi bilime ilgi duyduğunu da öğrenmiş öğreniyorduk. O bilimin temelinde de kendi servetleri gibi hırsızlık vardı.
BİLİM HAYDUTLARIN, KARŞILIKSIZ DOLAR BASAN KALPAZANLARIN KONTRÖLÜNDE!
Etik olmayan bu gangster tavrı 2020 yılında ilan edilen pandeminin tek vaka sayısını belirleyen PCR’da da yaşadık. PCR’ın mucidi Cary B. Mullis, "... PCR test teşhis için uygun değildir ve bu nedenle bir kişinin hastalığı veya enfeksiyonu hakkında kendi başına hiçbir şey söylemez." sözleri hiç dikkate alınmadı ve adeta yok sayıldı. Yine bilim insanı Dr. Saeed A. QURESHİ’de yayınlana açıklamasında, “PCR testi de herhangi bir test gibi düşünecek olursak, sahtekarlık hemen ortaya çıkacaktır. Bunun nedeni, böyle bir numune (referans standardı-kaynağı [yarasa ve konakçısı gibi]) mevcut değilse, hiçbir şey için bir test geliştirilemez. RNA ve virüs (SARS-COV-2) örnekleri mevcut olmadığı için test geliştirilemez! Bu bir kanaat değil, bilimsel bir gerçek ve gerekliliktir.” diyordu.
Bilimde olmamamsı gerek etik dışı bu gelişmeler, bilimin haydutların eline geçtiğini ve teknolojiyi de kendi sapkın varlıklarını sürdürmek için kullandıklarını gösteriyordu.
Çünkü DNA’nın mucidi olarak bilinen Dr. James Watson ve bilimsel ortağı Dr. Francis Crick tek bir deney yapmadan 25 Nisan 1953’de “Nature” de makalesi yayınlanmış, “1962 Nobel Fizyoloji ve Tıp Ödülü” kazanmışlardı. Deney yapmadan nasıl başarılı olmuşlardı, ne kadar etikti ve etik kurallara uymadan nasıl ödül almışlardı?
Halbuki, makaleye ilham veren deneyler daha önce Londra’da x-ışını kırınım laboratuvarı olarak King’s College kuruldu ve buradaki çalışmaları da Dr. Rosalind Franklin yürütmüştü.
Yıllarca X ışınlarıyla çalışan Rosalind Franklin 1952 yılında yeni bir deneysel teknikle 100 saatlik x ışınına maruz kalarak ilk kez DNA'nın "B" formunu görüntüledi. Franklin’in moleküler yapı çalışması olan görüntü, “Fotoğraf 51” olarak ikonlaştı. Fakat Rosalind Franklin’in görüntülediği bu resim, çalışma arkadaşı Maurice Wilkins tarafından izni ve bilgisi olmadan habersizce James Watson’a verildi. Dr. James Watson da laboratuvar ortamında görmediği bu moleküler yapıyı görür görmez çözmüş. Sonra da Watson NATURE’de yayınlan iki sayfalık makalesinde, izin almadan elde ettiği görüntüyü, Dr. R. E. Franklin ve çalışma arkadaşları ifadesini kullanarak, “I. Deoksipentosk çekirdeğinin fiber diyagramı” (bkz) alıntısı yapıyordu.
Rosalind Franklin 1956 yılında aldığı fazla x ışınları kansere yakalanmasına neden olunca henüz 38 yaşındayken öldü. DNA’ya ilişkin model geliştirmeler, ölümünden sonra ki tarih olan 1973 yılında olduğu için, büyük emekler sonucu var ettiği moleküler yapı modellemelerini de görmedi!
Buraya kadar sorguladığım, dikkat çekmeye çalıştığım konuda bu gerçeği göstermekti. DNA modellemesini görmesi gereken tek kişi Rosalind Franklin o da hayatta değildi!
DNA mucidinin başı olarak adı geçen Watson, makale yazmasına neden olan Rosalind Franklin’in emeği ve laboratuvar çalışmalarına hiçbir yerde bahsetmedi. Ama James Watson’a göre, 2003 yılındaki ön görüsüne göre kilo almadan istediğimiz kadar yememize olanak tanıyacak ilaçlar 50 yıla kalmadan raflardaki yerini alacaktı. Bu tür ilaçlar fareler üzerinde çoktan denenmişti ve insanlar için tasarlanan benzer yöntemlerin de geliştirilmesine başlanmıştı. Öyle ki, bu ilaçların kullanıma girmeleri değil elli, belki on yılı bile bulmayabilirdi.
Watson göre DNA’nın keşfi insan genomlarını tanıma sürecin kısaltırken, Nanoteknoloji de biyolojinin hızla evrilmesi neden olacaktı. İşte bu gelişmelerin hepsinin kamuoyu ile paylaşım zamanı 2003 yılıdır. Dönüşüm hızı ise 10 yılda bine, 20 yılda milyona katlanacağı anlamına geliyormuş.
Watson’un hangi kulvarda koştuğu da artık anlaşılıyor, hırsızlık olunca sonuçta böyle oluyordu.
Teknolojideki hız durumunun biyolojideki etkisi açıklanırken de, “HIV virüsünün genetik yapısının çözülmesi 14 yılımızı alırken, SARS virüsü topu topu 31 gün içinde aydınlığa” kavuştuğu örnek gösteriliyordu! Ancak virüsün genetik yapısı saflaştırılmadan nasıl genetik yapısı çözüldüğü konusunda herhangi bir bilgi yoktu.
Bu da hırsızlıkla başlayan ilhamla yazılan DNA’nın makalesi gibiydi. İnsan için biyolojik deneyler yapılmadan, deneyle doğruluklar görülmeden, zarar ve faydaları analiz edilmeden, yalnızca teknolojideki gelişmelerle ilerlemek büyük felaket getirecekti. Zaten söz konusu felaket, yaşamın her alanında görünüyordu. Bilginin insan iradesinden çıkarak, akıl almaz bir hızla gelişecekti. Yaşanılan süreçte değer taşıyan her şey, biyolojik yapımız, düşüncelerimiz ve düşünce süreçlerimiz, üretim ve daha nice alanların özü bilgi teknolojisinin kontrolünde olacaktı.
Hedeflerinde insanı teknolojik aygıt yapmak vardı.
YENİ DÜNYA DÜZENİ İÇİN DNA, mRNA İÇİN DE SALGIN İCADI
Zaman olarak 2020’nin sonlarında hızla var etikleri teknolojik mRNA’yı nasıl kullanacaklarını ve o sıvıları ile ne yapmak istediklerini şöyle özetliyorlardı; “Halihazırda elimizde olan bir teknoloji de, iletici RNA’nın engellenmesi suretiyle belli genlerin devreden çıkartılmasında kullanılan RNA müdahalesi (RNAi)” vardı. Ancak virüslerden kaynaklanan hastalıklar, kanser ve daha başka hastalıklar belli bir aşamada genlere bağlı olduğundan, RNAi teknolojisinde yeni bir çığır açacaklarını düşünüyorlar.
RNAi (i) interferaz veya RNA girişimi, canlı hücreler içinde yer alan ve hangi genlerin aktif olacağını, nasıl aktif olacaklarını belirleyen ve kontrol eden bir sistemin ismi olurken, asıl şaşırtıcı öngörü, “Nano teknoloji devrimi” olarak 2020’lerin gösterilmiş olmasıdır. Bu da SARS-CoV-2’nin veya “pandeminin” mRNA için uydurulduğunu bir kez daha gösteriyorlardı. Aslında göstermiyorlar tam gözümüze sokuyorlardı.
Ve Nano teknoloji ile de halihazırdaki, "insan bedeni sürüm 1.0"in yerine, çarpıcı bir biçimde geliştirilmiş "sürüm 2.0"ye geçilecekti. Paralel diğer en büyük değişim "R", ya da robot teknolojisinde yaşanacaktı. Küreselciler adını koydukları bu değişimi, önünde durulmayacak bir devrim olarak, solcularla birlikte pazarlıyorlardı. Solcular da hala kendilerini devrimci zannetmeleriydi!
Küresel koalisyon, insan beyninin yerini alacak olan yapay zeka programları geliştikçe yine 2003 yılında, “2020’lerin sonlarında insan zekasını yeniden oluşturan donanım ve yazılımlar da elimizde olacak.” diyordu.
İNSANIN MODASI GEÇİYOR MU?
Küresel koalisyona göre artık emeğini, beynini ve birikimlerini kullandıkları insanın modası geçmişti. Daha doğrusu, 1.0 diye adlandırdıkları insanın yeni dünya düzeninde yer yoktu. Onu da yapay zeka programları ile açıklıyorlardı. Gelecek 10 yılda yapay zeka tıpta kullanılacak, doktora ihtiyaç olmayacak, uçaklar da pilotlara, akıllı silahlarda askerlere ve öğrencilerin de öğretmenlere ihtiyaç kalmayacaktı. Kısacası devlet düzeni siyasiler, teknokratlar ve bürokratlar ile değil yapay zeka tarafından yönetilecekti.
Gelecekteki teknolojik gelişme, insanın yaşamdaki etkisini iyice güçsüzleştirecek, “Bu süreç vücudumuzdaki ve beynimizdeki nanorobotların (nanobot)” kontrolünde olacaktı. İşte bu kontrol, 2030’lu yıllara geldiğimizde zekamızın biyolojik olmayan kısmı daha öne çıkacak. 2040’lı yıllarda biyolojik olmayan kısmın kapasitesi biyolojik olandan milyarlarca kez daha güçlü görülüyordu.
Ayrıca ifadelerine göre, insanın kendi kendini onararak yenileyeceği bir biyolojik sistemi olacaktı. Böylelikle robot diyemedikleri ama 2.0 dedikleri yeni insanın, devirim diye pazarlandığı bir dünya düzene gidiyorduk. İşin tuhafı da bu gelişmelerde, mevcut düzeni teslim etmenin dışında artık hiç rolü olmayacak kişilerin ve kurumların, yeni dünya düzenine evet demesi ise anlaşılacak gibi değildi.
DÜNYAYI “GNR TEKNOLOJİSİ” İLE DEĞİŞİTRECEKLER!
Değişim formülü ise GNR teknolojisiydi. Ama burada bir uyarıda bulunuyorlardı, bu teknoloji beraberinde biyo mühendislik yolu ile geliştirilen patolojik virüsleri beraberinde getirecek, o virüslerin ilacı yalnızca onlarda olacaktı. Bugün tanıklığını yaptığımız, o ilaçların mRNA sıvısı olduğunu 2022 yılına geldiğimizde daha iyi anlaşılıyordu.
GNR teknolojisinin çalışması için 5G’nin de devreye girmesi, hatta 6G ve 7G diye de uzayıp gitmesi gerekiyordu! Ama ortada istenilen 5G henüz faaliyette değildi. Başta Rusya olmak üzere bir çok ülke teknolojik alt yapılarını gerekçe göstererek ertelemeye gitti.
Geride pandemi ile bozdukları, “eski dünya” düzeni kaldı.
TEKNOLOJİ YERALTINA İNERSE KORKUSU
Bir de dışa yansıttıkları, kaygılar ve korkuları vardı. O da gelişen teknolojinin sahibi olamamaktı. Bu da özetle; “Biyolojik olmayan nanoteknoloji tabanlı sistemlerin kendi kendini çoğaltması spesifik riskler doğuracaktı.” Ama bu tehlikelerden kurtulmanın yolu, bu teknolojileri reddetmekle de olmazdı. Eğer red edilirse, o zaman teknoloji yeraltına inecek ve tehlike boyutu daha da artacaktı.
Karşı çıkılmamasını biz-insanlar değil de sanki kendilerine ve etkisinde olan çevrelere söylüyorlardı. Çünkü işbirliğinde oldukları çevreler değişimi istemezlerse, “teknolojilerin yeraltına” inme tehlikesi vardı. Zaten çok iyi biliyorlardı ki insanların gelişmeyi tartışma, etkileme veya karşı çıkma özgürlüğü bulunmuyordu!
Eğer bir oy vereceksek, o oy ancak onların seçtiği kişilere gidecekti.
MERAK EDİLEN İNSANIN NE KADAR DİRENECEĞİ!..
Merak ettikleri; Değişim geçirecek olan insanların direnci ne kadar sürecekti. Projedeki bu değişim, insanın biyolojik olarak insan olma özelliğini kaybetme değişimiydi. Ve insan bu değişimde, ifadelerine göre 1.0 olan klasik yapısını ne kadar koruyabilecekti?
BİLMİYORLAR! BİLDİKLERİ AKILLARINA GELEN OYUNU OYNAMA RAHATLIĞI
Bu sorunun yanıtı, değişime uğrayacak olan ve hala mRNA sıvıları ile denekliği devam eden insanlarla değişimi isteyenler de bilmiyor!
Sona gelindiğinde mRNA sıvısı alanlar kendilerini virüsten korunduğuna, DNA’nın kilidini açarak, “GNR Teknolojisi” ile insanı değiştirecek olanlar ise yeniden kurulacak olan dünya düzenine sahip olacaklarına inanıyorlar..
İnsan olarak kalmak isteyenler yani kısaca pandemiye her zaman plandemi diyerek direnmeye ve mücadele etmeye devam edenler, bu gelişmelerin tam ortasında yer alıyor.
Ben de o İNSANLARLA birlikteyim.
Kaç kişiyiz, gücümüz nedir bilmiyorum...
Son satırlarım olacaktı ama o anda, teflonda sayın Prof. Dr. İsmail Hakkı AYDIN ile görüşmeye başladım.
Konu hemen, daha önce hiç konuşmadığımız DNA ve mucidi olarak bilinen Watson’a geldi ve sormadan edemedim;
-Hocam bu DNA’nın mucidi Watson hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hemen sesini bir yükselten AYDIN, “O hırsızdır, bilim dünyası da onu hırsız olarak bilir. James Watson DNA’nın sözde icadı olarak bilinir. Asıl kahraman ömrünü laboratuvarlarda geçiren, mesleği ölümüne neden olan ve bilimine aşık olduğum insanlar arasında yer alan Rosalind Elsie Franklin’e aittir.” dedi.
Son olarak bu araştırma yazısını yine çok yönlü ve açık fikirli bilim insanlarımızdan olan Prof. Dr. İsmail Hakkı AYDIN’ın “Onun için ben diyorum ki” sözleri ile başlayan makalesi bitirmek istiyorum.
AYDIN, “İkili sarmal DNA… Hem aliyyül’âlâ, hem de püsküllü belâ…Hayat, RNA-DNA boyutunda kontrol edilebilir bir rüya, bir hologram, bir illüzyondur aslında. Hücrelerin şekil, şahsiyet ve haysiyet kazanması ve tezahürü, duygu ve düşüncelerin frekanslarına bağlıdır da… DNA mı… Fikir, Erwin Schrödinger’in, fotoğraf, Rosalind Franklin’in, Nobel, Francis Crick ve James D. Watson’ın! Nasıl bir Âlem böyle…”(bkz)
Zeynep 2 Yıl Önce
Muhteşem...