Yazan: Dr. Wolfgang Wodarg (*)
Hastalık kampanyaları her zaman aynı düzenbazlıkla yapılmaktadır: Okur ve izleyicilerini sansasyonel haberlerin peşinde koşturan medya, belirli bir hastalığı büyüteç camını üzerine tutarak abartıyor ve çok büyük bir tehlikeymiş gibi gösteriyor. Sözde tehlikeli hastalığın var oluşu ise insanlar tarafından ancak bu şekilde gerçekleştirilen gündem belirleme kampanyaları sonucu fark ediliyor. Geçmiş salgınların hiçbirinde bu kadar acayip bir olay yaşanmadı. Günümüzde ise, yolsuzluk yapan politikacı ve bilim adamları kitleleri aldatmak için geri kalan her şeyi yapıyorlar. Toplumsal korku düzeyi yeterince yüksek olduğunda da hükümetler tabii ki harekete geçmek zorunda. Geçmiş, “tehlikeli pandemilerde” hükümetlere düşen görev, geliştirilecek aşı maddelerini finanse etmek, üretilen aşı ampullerini tümüyle satın almak ve aşı kampanyalarının reklâmını üstlenmekti. Bugün ise hükümetler, “tehlikeli salgının” yaratması gerektiği korkunun geniş bir şekilde organize edilmesinde bile yardımcı oluyorlar. Ne yazık ki bu kampanyalara katılan tabip ve bilim adamlarının sayısı az da değil. Niye mi? Çünkü bu kişiler ün sahibi olmak istedikleri gibi, çalıştıkları kuruluş ya da eğitim kurumu için devletten yüklü miktarda araştırma-geliştirme desteği almaya göz dikmiştir. Şansölye Angela Merkel koronavirüs krizinin ilk etabında, tıbbi teşhis aracı olarak uygun ve elverişli olmayan ve sürüntü örneğinin alındığı kişide enfeksiyon teşhisi koyabilmek için ruhsatı bile bulunmayan koronavirüs PCR testlerinin yaygın olarak kullanılmasını sağladı. Şimdi ise Merkel, vücutta hangi sonuçlara yol açacakları belli olmadığı hâlde, genetik bir müdahale oluşturacak yeni tür aşı maddelerinin büyük hızla geliştirilmesini ve hatta bu maddelerle “kitle aşılamaları” yapılmasını bile destekliyor. Burada ister hekim ister normal vatandaş olsun herkeste tehlike çanlarının çalması gerektiği bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Üstelik Merkel, “ulusal boyuttaki salgın krizi” olarak gündeme getirilen absürt gerekçeyle düzenlendiği bu planı, hastalarının sağlığından sorumlu aile doktorlarını ve uzman hekimleri bu aşı çalışmalarına dâhil etmeden Almanya genelinde gerçekleştirmek istiyor.
Milyarlarca kazanç getirecek bu kampanyanın korku planlayıcıları da belli
Viroloji uzmanı Christian Drosten ile Karl Lauterbach, Markus Söder ya da Angela Merkel gibi siyasetçilerin el birliğiyle düzenledikleri bu panik yaratma operasyonunun herhangi bir tıbbi ya da bilimsel dayanağı bulunmamaktadır. (Lauterbach) yakın geçmişte yine mesnetsiz bir diğer (araştırma) ile panik ve korku yaratarak kafalarımızı allak bullak etti. Lauterbach’ın burada bahsettiği araştırma, kötü şöhret sahibi Imperial College tarafından yayımlanan bir çalışmadır. İnsanları paniğe sevk etmede oldukça deneyimli bir kuruluş olan Imperial College, Neil Ferguson adlı panikçilik ustasının da katılımı ile bilgisayarlarıyla, geçmişte yaşanan kuş gribi ve domuz gribi olaylarında da terbiyesizce dayanaksız korku senaryoları üretmiştir. Bu araştırmaya göre de COVİD-19 hastalığı artık insanların beyin kapasitesini bile uzun vadede azaltıyormuş. Sorması ayıp olmasın, ama siyasetin bu dönemdeki çılgınlıkları da bundan kaynaklanıyor olabilir mi acaba?
Bilgilerine başvurabileceğimiz daha güvenilir uzmanlar var-örneğin Robert Koch Enstitüsünde
Salgın konusunda ben şahsen onyıllardan beri, tertemiz epidemiyolojik bilim yaptıklarını bildiğim, Federal Sağlık Bakanlığına bağlı Robert Koch Enstitüsü (RKI) uzmanlarına güvenmeyi tercih ediyorum. Koronavirüs testlerinin adeta tsunami gibi yağdırıldığı ikinci lockdown (genel kapanma) öncesi döneme denk gelen Ekim 2020 ayı sonlarında RKI uzmanları şöyle bir rapor çıkardılar: *“İnfluenza (Grip) Ulusal Merkezimizce (NRZ), 2020 yılının 43. takvim haftası içinde laboratuvarımıza sentinel (epidemiyolojik gözetleme denetimi) amaçlı gönderilen 28 adet numunenin toplam 11’i olmak üzere yüzde 39’unda, nezle ve soğuk algınlığından sorumlu rinovirüs tespit edilmiştir. İncelenen örneklerden hiçbirinde influenza (grip) virüsüne ya da SARS-CoV-2’ye (koronavirüse) rastlanmamıştır. Laboratuvarımıza gönderilen örnek sayısının az olması nedeniyle, hangi virüslerin toplum içinde dolaşmakta olduğuna dair sağlam bir tahminde bulunulamamaktadır.”* Geçmişteki tüm grip dalgalarında solunum yolu hastalığı olan binlerce kişiden örnek alınıyordu. Peki bu yıl niye resmî denetim amacıyla alınan örneklerin sayısı bunca az? Yoksa bu yılın sonbaharında hiç kimse hastalanmıyor mu?
Yoksa aşı kampanyası yanlış test sonuçlarına mı dayalı?
Son dönemde çok yüksek boyutlara çıkarılan ve dolayısıyla “yanlış pozitif” sonuç alma olasılığı da bir hayli yükselen PCR test sayıları ile şimdiki sonbahar döneminde solunum yolu hastalıklarının ender görüldüğüne dair yukarıdaki resmî rapor arasındaki çelişki, PCR testinin tıbbi bir bulgu, gerçek bir enfeksiyon ya da kişinin bulaşıcılık derecesi hakkında hiçbir şey ifade etmediğini, tıbbi bilgisi olsun olmasın her vatandaşa açıkça gösteriyor. Koronavirüsü tespit etmek üzere uygulanmakta olan PCR testinin, Bulaşıcı Hastalıklardan Korunma Kanununa (IfSG) göre alınacak tedbirlere ilişkin kararlarda kesinlikle kullanılmaması gerektiğini, kullanıldığında da yanıltıcı sonuçlara yol açtığını görüyoruz.
Siyasetin yönünü belirleyen parola: “Görmezden gelip devam edelim”
Gerçekler böyle iken, siyasetçiler kanıta dayalı tıpta geçerli olan ilkeleri hiçe sayıyorlar. Ulusal Etik Kurulu ve Aşı Komisyonu, siyasi tedbirlerin endikasyonunu (tıbbi gerekliliğini) artık hiçbir şekilde sorgulamayıp bunun yerine kimler bu yeni tür “aşı maddelerinden” ilk önce faydalansın ve kimler sıraya girip beklesin gibi sorular üzerinde tartışmalara giriyorlar. Koronavirüsün yol açabileceği COVİD-19 hastalığına karşı geliştirilen sözde “koruyucu aşı” ise bu siyasi tedbirlerin en zararlısı olabilecektir. Kaldı ki, bizden kestikleri prim ve vergilerle finanse edilmiş bu aşı kampanyası altında, burada insanların bağışıklık sistemine yönelik yeni tür bir madde ile genetik bir müdahale oluşturacak olan, tüm ülke genelinde düzenlenecek dev bir tıbbi deney söz konusudur.
Planlanan genetik müdahale “aşı” değil, kuzu postuna bürünmüş bir kurttur
Dünya çapında yaklaşık 200 şirket ve konsorsiyum tarafından araştırılmakta olup en kısa zamanda “aşı” adı altında pazarlanmak istenen maddelerin büyük bir bölümü, bağışıklık sistemimize ait karmaşık biyolojik iletişim süreçlerini ciddi şekilde tehlikeye düşürecek olan yeni tür bir genetik müdahale yöntemidir. Planlanan bu genetik müdahale, geçmişte sağlıklı insanlarda hiçbir zaman bu kadar büyük rakam ve boyutlarda denenmemiştir. Domuz gribi döneminin sözde “salgın krizi” sırasında, 2009 yılı Almanya Federal Meclisi seçim kampanyalarına paralel olarak aşı lobisine ait ilaç şirketleri, kendileriyle işbirliği yapan milletvekilleri kanalıyla, rekombinant nükleik asitlerin gizli bir şekilde “aşı maddesi” olarak Alman İlaç Kanununa dâhil edilmesini sağladılar. Bu yüz kızartıcı işlem, o yılın seçim kampanyaları yaz tatiline girmeden önceki son oturumda, mecliste hiçbir şekilde tartışılmadan gizlice tutanağa geçirilmek suretiyle yapıldı. 2020’de de ilaç şirketleri ve kendileri için siyasi lobicilik faaliyetleri yürüten milletvekilleri, pazarlanacak maddelerin “normal bir aşı” olduğu bahanesiyle tehlikeyi örtbas ederek halkı kandırmaya çalışıyorlar. İnsanlığın önemli bir kısmını öldürmekte olduğu iddia edilen bu salgından kurtulmamız için ise mümkün olduğunca herkesin “aşı” olması gerektiğini savunuyorlar. 2020 ilkbahar döneminde neredeyse Avrupa’nın tüm devlet reisleri Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ile bir araya geldikleri “Bağış Konferansında”, bu salgını ancak “Herkes İçin Aşı” hedefine ulaşıldığı zaman bitireceklerini bildirmişlerdir.
Aşı üreticileri için sıfır sorumluluk ve dev kazanç garantisi
Yoğun hazırlıklar içinde bulunan AstraZeneca, BioNTech/Pfizer, Sanofi/GSK, Merck/Oxford Üniversitesi, CureVac, Biologika, CEVEC, ARTES, Vibalogics/Janssen, Moderna/NIAID, Novavax ve (diğer) şirketler bu arada “teleskopik” yöntemle son derece kısaltılmış olan klinik test süreçlerini, mümkün olduğunca herhangi bir yan etki skandalı yaşanmadan, kamuoyunun gereğinden fazla ilgisini çekmeden ve ruhsat için gerekli klinik deney sonuçlarını “Rolling Review” adlı çabuk yöntemle art arda raporlayarak tamamlamayı hedefliyorlar. Aşı üreticilerinin bu konuda telaşlanmalarına da hiç gerek yok, çünkü hükümetler bu şirketleri her türlü sorumluluktan muaf kılarak şirketlere vergi bütçesinden milyarlara varan ödenekler sağlamış ve yüzbinlerce aşı ampulü için satın alma garantisi vermiştir. Domuz gribinde de buna benzer bir tablo gerçekleşmiştir. Aşının etkisini arttıracak adjuvanların içine katıldığı domuz gribi aşısının tıbbi gerekliliğini sorgulayan uzman hekimler, aile doktorları ve çocuk hekimlerimiz sonuçta verdikleri olumsuz kararlarıyla bizi domuz gribi aşısının tehlikelerinden korurken, o dönemin aşı üreticileri 20 milyonu aşkın aşı ampulünü parası kendilerine zaten ödendiği için göz kırpmadan imha etmişlerdir. O dönemdeki bu gelişmelere rağmen Glaxo ve diğer şirketlerin milyarlarca kârı olmuştur.
SARS-CoV-2 dediğimiz zaman kaç tane yeni koronavirüs çeşidinden bahsediyoruz?
Bilindiği kadarıyla, şu anda AstraZeneca firmasının viral vektör şekline sahip bir “aşı” maddesi ve BioNTech/Pfizer kuruluşunun geliştirdiği mRNA “aşı” maddesi pazarlama aşamasına girmek üzere. Bu maddeler, içerdikleri genetik moleküllerle milyonlarca insanı koronavirüse karşı dayanıklı yapacak “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalara” (GMO) dönüştürecektir. Oysaki, gelinen bu aşamada koronavirüs çeşitlerinden hangileriyle mücadele edeceğimizi bile tam olarak bilmiyoruz. Çünkü, aynı influenza (grip) virüs çeşitlerinde de olduğu gibi, koronavirüs çeşitleri de genomlarının birçok parçasını sürekli değiştirirler (mutasyon). Wuhan şehrinde tespit edilen ilk “SARS” koronavirüsü uzun zamandır kaybolmuş olup bu arada Wuhan virüsünün yüzlerce başka mutasyonu yaygınlaşarak tespit de edilmiştir. Dolayısıyla, şu anda PCR testleriyle eserini bulduğumuz virüs, çok farklı koronavirüs çeşitlerine cevap veren pozitif test sonuçlarından başka bir şey değildir.
Aşı programı, aile doktorları ve diğer muayenehaneler yerine yeni “aşı merkezlerinde” gerçekleştirilecek
Alman Federal Sağlık Bakanı, Ekim’in son haftasında Alman eyalet yönetimlerine yaptığı bir çağrıda, Almanya genelinde toplam yaklaşık 60 aşı merkezinin kurulmasına ilişkin hazırlıkların yapılması ve aşı maddelerinin teslim edileceği merkez adreslerinin 10 Kasım 2020 tarihine kadar bildirilmesi için talimat verdi. Belediyelere bağlı sağlık daireleri de bu çalışmalara katkıda bulunacaklarmış. Aynı zamanda, bir süredir kullanılmadıkları için boş duran kongre ve konser salonlarının aşı merkezlerine dönüştürülmesi de düşünülmektedir (23.10.2020 tarihli “Tagesschau” haberi). Böylece aşı programı ile ilgili görevlerin en büyük kısmı, aynı PCR testlerinin ülke genelindeki organizasyonda da uygulandığı gibi, Almanya tarihinde ilk kez doktor muayenehanelerinin sorumluluğundan çıkarılarak büyük özel şirketlere ait laboratuvarlara ve hizmet şirketlerine devredilmiştir.
Aşı ile ilgili uygulamaları sorgulamaya başlayan doktorların aşı programına dâhil edilmemesinin gerekçesi olarak da, yeni “aşı” yöntemlerinin kendilerine özgü teknik özelliklerine işaret ediliyor. Örneğin, yeni mRNA “aşı” maddesinin eksi 20 ile eksi 80 derece arası aşırı soğuk ortamlarda saklanıp taşınması gerektiği, maddenin enjeksiyondan önceki hazırlık sırasında en fazla birkaç saat süreyle normal buzdolabında kalabileceği, aşı maddelerinin geliştirme süresi çok kısa olduğu için de normal buzdolaplarında sorunsuzca saklanabilmelerini sağlayacak bir diğer üretim yöntemi daha geliştirmeye vakit kalmadığı iddia ediliyor.
Kargo şirketleri de muazzam kazanç bekliyor
Aralarında DHL, Fedex ve UPS gibi şirketlerin de yer aldığı lojistik ve kargo sektörünün büyükleri keyifle ellerini ovuşturarak kendilerine devletçe yapılacak yüklü miktardaki sübvansiyon ödemelerine hazırlanıyorlar. (Handelsblatt) ve (Deutsche Welle)’nin konuyla ilgili haberlerine göre, bu şirketler tarafından mümkün mertebe havalimanlarına yakında yerlerde büyük soğuk hava depoları kurulmakta olup bu depoların her birinde onbinlerce aşı ampulünün saklanabileceği yüzlerce büyük derin dondurucu bulundurulacak. Handelsblatt gazetesinin ilgili makalesine göre, aralarında Almanya’nın Baden-Württemberg eyaletindeki Tuttlingen şehrinde faaliyet gösteren Binder şirketinin de yer aldığı derin dondurucu üreticileri de başlatılmış olan bu savaşın harp zenginleri arasında. Öyle görünüyor ki, yaşadığımız bu çılgınlıklar sayesinde yüklü miktarda kâr elde edecek birçok sektör var. Oysaki, her yıl kullanılan influenza (grip) aşı karışımında bulunan ve eski koronavirüs çeşitlerine karşı etki gösteren antijen formülü bu seneki yeni koronavirüse göre uyarlanabilir ve böylece çok daha basit ve ucuz çözümlere başvurulabilirdi. Ancak, geçen yıllardaki grip sezonlarının bu yöntemle belirgin derecede hafifletilebildiğinin de herhangi bir kanıtı yoktur. Diğer yandan, bu kadar çok sektör ve iştirakçinin kârlı çıkması ve aynı zamanda siyaset modelinin genel bir “reset” ile yepyeni bir şekle dönüştürülmesi geleneksel bir aşı kampanyası ile herhâlde gerçekleştirilemez ve meşrulaştırılamazdı.
Aşı öncesi tıbbi danışmanlık ve bireysel aşı endikasyonu değerlendirmesi tarihe karışıyor
Büyük nüfuz sahibi aşı üreticilerinin bunu teknik yönden başaramayacakları iddiasıyla şimdi de, her hastaya doktor tarafından bireysel olarak verilmesi gereken (aşı danışmanlığı) hizmeti de eski önemini yitirmiş durumda. İleri sürülen gerekçe ise bir bahaneden başka bir şey değil. Aşılar onyıllardan beri merkezî olarak depolanarak ademi merkezî olarak uygulanmaktadır. Kan ürünleri ya da aşı maddeleri kuru buz sayesinde muayenehanelere teslim ediliyor ve orada usulüne uygun olarak kullanılıyor. Bunun başarılı olması için en önemli kriterler ise teslim tarihi ve muayenehanelerce uygulanan aşı planlaması ve depolamasıdır. Hükümetin öngördüğü yeni tür aşı maddeleriyle bağışıklık sistemimize genetik bir müdahalede bulunulacağı göz önünde bulundurulduğunda, her bireyin tıbbi öyküsünün iyi bilinmesi ve bireylere bir hekim tarafından kişisel aşı danışmanlığı hizmeti sunulması hiçbir zaman bugün olduğu kadar önemli değildi. Çünkü burada çok büyük sayıda hastanın komplikasyon geçirme ve yan etki yaşama tehlikesi söz konusu. Eyalet hükümetleri tarafından çıkarılan salgın yönetmelikleri ile hukuk açısından her ne kadar mümkün kılınıyor olsa da, devasa bir kitle aşılaması oluşturan bu tıbbi girişimlerin hastalara hiçbir yakınlığı olmayan yardımcı personel tarafından gerçekleştirilecek olması ağır taksirden başka bir şey değildir.
“Rolling Review” adlı çabuk yönteme göre yapılacak ruhsat işleminde yan etkiler ısrarla yok sayılıyor
“Rolling Review” yöntemine göre hızla ruhsatlandırılacak olan aşı maddelerinin “aşı olacak” kişiler üzerinde oluşturacağı büyük riskler ise, şirketlerin bu alanda yapacakları uygulama gözlemleri, gözlem araştırmaları veya “pazarlama sonrası araştırmalarla” telafi edilecekmiş. Yani burada, istenmeyen yan etkilerin farmakovijilans (yan etkilerin takibi) adıyla bilinen sisteme göre titizlikle kontrol edilmesi planlanıyor. Ancak, koronavirüs “aşısı” ile gerçekleştirilmesi hedeflenen farmakovijilans sisteminin gerçeklerini, Transparency International adlı yolsuzlukla mücadele örgütüne bağlı Sağlık Çalışma Grubu olarak yıllar önce araştırarak eleştirmiştik. “Aşı” görünümü altında milyonlarca sağlıklı insan üzerinde en kısa zamanda yapılmak istenen bu genetiği değiştirici uygulama, ağır taksirin de ötesine geçen bir eylemdir. Aşı olan kişiler arasında sadece binde bir oranında ciddi bir yan etki meydana gelecek olursa, Almanya’da binlerce insanda otoimmün hastalık, vücudun çeşitli yerlerinin paralize (felç) olması veya ölüm vakaları ile karşı karşıya kalınacaktır. Son yirmi yıl içinde ilan edilmiş olan tüm “küresel salgınların” yan etkilerini toplasak bile, planlanan bu aşının böyle bir orana sahip yan etkilerinin oluşturacağı vaka rakamlarına varamayız.
Hayvancılık işletmelerinde kitle aşılaması sonrası takip dönemi doğal olarak en fazla kesim tarihine kadar (yani birkaç hafta ile birkaç ay arası) sürer. Veteriner tıp uzmanı olan virolog ve epidemiyologlara seslenerek diyorum ki, insanlar kasaplık hayvan değil! İnsanlar uzun bir ömür yaşamak ve zararlı ilaç yan etkilerine maruz kalmadan sağlıklı bir hayat sürdürebilmek istiyor. Ne yazık ki, ilaç sektörü ekonomik nedenlerle beşeri tıpta da uzun vadeli, geç komplikasyonları umursamayıp bu yöndeki araştırmalardan kaçınmaktadır. Dolayısıyla, altmış yıl önce binlerce bebeğin sakat doğmasına neden olan Contergan adlı ilaçta da olduğu gibi, planlanan bu aşı programı hakkında bugüne dek yok denecek kadar az bilgi toplanmıştır.
Burada ayrıca genetiği değiştiren müdahalelerin germ hattı üzerinden kuşaktan kuşağa geçme olasılığı da bulunduğundan, bu riskler gerek teknolojik yeniliklerin uzun vadedeki komplikasyonlarına ilişkin değerlendirmelerde gerekse farmakovijilans çalışmalarında dikkate alınmalıdır. Alman Federal Meclisi Sağlık Komitesindeki siyasi faaliyetlerim kapsamında, ilaçların pazarlanma ruhsatını veren makamların aynı zamanda yan etkilerinin denetimi, derlenmesi ve değerlendirilmesi konusunda da görevli olmalarına yönelik ısrarlı taleplerim reddedildi. O tarihlerde eleştirdiğim uygulama maalesef günümüzde de aynen devam ediyor.
İlaç sanayii bu denetimi tabii ki “gönüllü öz kontrol” kapsamında üstlenmek ister. Ve ne yazık ki, daha önce yürürlükte bulunan sıkı veri koruma hükümlerini gevşetmiş olan ve gerek hasta bilgilerinin işlenmesinden sorumlu sektörle gerekse de ilaç ve aşı üreticileriyle çok yakın bir işbirliği sürdüren şimdiki Federal Sağlık Bakanı sayesinde, kamusal olması gereken bu görevlerin yakın gelecekte halk sağlığını umursamayan çevrelere devredilmesi ile karşı karşıya kalacağımız malum.
Tehlikeli salgının korkusu, Big Data şirketlerinin de ekmeğine yağ sürüyor
Günümüzde tüm bireylerin internette iz bıraktıkları verileri toplayıp kendi yararları için kullanan “Big Data” (Büyük Veri) sektörüne ait büyük şirketler için bu salgın zaten paha biçilmez bir kazanç kaynağı oluşturuyor. Federal Sağlık Bakanının Big Data sektörüne geçen yıl içinde yaptığı iyilikler (örneğin dijital aşı kimliği, elektronik hasta dosyası ve implant kütüğünün yürürlüğe konması veya elektronik sağlık sigortası kartı ile ilgili işlemlerden sorumlu gematik şirketi paylarının yüzde ellisinden fazlasının Federal Sağlık Bakanlığı tarafından devralınması) sanki yetmiyormuş gibi, şimdi de temaslı takibi için geliştirilen mobil uygulamalar, koronavirüs testini yapan herkesin kaydedilmesi, temaslı takibi kapsamında kişisel temas ve hareket kayıtlarının aktarılması ve halkın hijyen disiplinine alıştırılması gibi uygulamalarla insanlara eziyet üzerine eziyet çektiriyorlar. Meydana gelen hastalık belirtileri bile bundan böyle merkezî olarak kaydedilecekmiş. Bu kadar kapsamlı çalışmalar devlet makamlarını doğal olarak bunaltacağı için, Big Data şirketlerinin devlet ihaleleriyle elde edecekleri muazzam gelirler bir yana, bizlerin en gizli hastalık bilgileri bile artık onların bilgisayarlarında olacak. Ne mutlu ki veri koruma hükümlerine uymayı garanti ediyorlar.
Kişisel verilerimizin büyük şirketlerle paylaşılması sonunda şeffaf vatandaş çağına girmek üzereyiz. COVİD-19 hastalığında ileri sürülen salgın takibi ve yeni tür aşı maddelerinin araştırılması ve iyileştirilmesi gibi amaçlarla olmak üzere, tıbbi araştırma ya da sağlık denetimi gibi bahanelerle tüm sağlık kayıtlarımız doğumdan cenazeye kadar gitgide daha da eksiksiz bir şekilde toplanıyor.
Şunu da sormak istiyorum: Google, Apple, Amazon, Microsoft, SAP, Avarto/Bertelsmann gibi şirketler gerçekten sağlığımızı mı düşünüyorlar? Elbette hayır. Çünkü bunlar geleceğin altını olan sağlık verilerimizi bize hizmet vermek için değil, sadece ve sadece paydaş ve hissedarları için topluyorlar. Şirketlerin kazanç peşinde koşmaları her ne kadar meşru olsa da, sanayi ve ekonomi sektörü lehine lobicilik yapan bir Federal Bakanın, telaşla yürürlüğe konulan veri paylaşım kanunları ve salgın yönetmelikleri suretiyle sağlık kayıtlarımızı bu sektöre iletmek için görevini kötüye kullanması asla yasal bir uygulama olamaz. Sağlık Bakanının tüm bunlardaki asıl amacı nedir acaba? Bu konuda bir inceleme ya da soruşturma yapılamaz mı? Yolsuzluk ve görevi kötüye kullanma eylemleri bildiğim kadarıyla Almanya’da da hâlâ cezayı gerektiren suçlardandır.
Temiz bir teşhis olmadıkça sağlıklı bir tedavi düşünülemez
Herhangi bir şeyin tehlikeli olup olmadığını anlamanın en iyi yolu meydana getirdiği zarara bakmaktır. Oluşan zarar ise erkenden fark edilmeli ve büyük titizlikle ve sistemli ve ileri görüşlü bir şekilde gözlemlenmelidir. Böyle bir yaklaşımın güzel bir örneğini, Robert Koch Enstitüsünün sentinel (epidemiyolojik gözetleme denetimi) amaçlı numune tahlilleri oluşturmaktadır. Medyaya yansıdığı üzere, Bavyera eyaletindeki bir belediyenin Sağlık Müdürü gibi birçok uzman son zamanlarda sorumluluk üstlenerek aynı öneride bulunmuştur. Son dönemde, nihayet parmak kaldırarak “COVİD-19 hastaları nerede?” diye soran değişik bölgelerdeki hastane hekimleri ile ilgili röportajlara tanık oluyoruz. Bu yıl içinde de her zamanki gibi solunum yolu hastalığı olan kişilerin sayısını inkâr edecek değiliz; PCR testinin bu kişilerde de pozitif çıkabileceği malum. Fakat şuna dikkat çekmek gerekir ki, yeni bir koronavirüs türü nedeniyle hastane kapasitelerini aşacak kadar çok sayıda hastamız olduğu yönündeki iddiaların aksi çoktan ortaya çıktı. Burada, Genel Sağlık Sigortasıyla sözleşmeli hekimlere ait muayenehane ve polikliniklerdeki durumla ilgili olarak öfkeli bir doktordan aldığım bir e-postadan alıntı yapacağım: “İlk etapta testler için bize tek bir kuruş bile ödenmedi. Bu bölgede çalışan biz hekimlerin neredeyse tümü hemen hemen hiç test yapmıyordu. Şimdi ise, akut karın ağrısı şikâyetiyle gelen bir hastada yapılacak 15 dakikalık batın (karın) ultrason muayenesi için hekime sağlık kasası tarafından 12 Euro ödenirken, sağlıklı kişilerde yaptığımız 1 dakikalık koronavirüs testi için kişi başına 15 Euro alıyoruz. Bu yüzden de her yerde test yapılmaya başlandı.” Gelişmelerin bir virüs mücadelesinden ibaret olmadığını görmemek mümkün değil.
Asıl salgın, kurumsal yolsuzluktur
Hekim ve milletvekili olarak yaptığım çalışmalar ve yolsuzlukla mücadele örgütündeki fahrî faaliyetlerim kapsamında ziraat ve enerji sektörleri, harp ve silah sanayii, “güvenlik” sektörü, medya dünyası ve özellikle ilaç ve aşı sektöründe yer alan güçlü aktörlerle olan karşılaşmalarımda, büyük boyutlara sahip bilim dolandırıcılığı eylemleri, uydurma facialar, paralı bilirkişi ve tahrifatlı anket analizleri, ücretini belirli yerlerden alan “doğruluk kontrolörleri”, gizlice gerçekleştirilen lobicilik stratejileri, hükümetçe halk üzerinde uygulanan “psikolojik operasyonlar”, suni kamuoyu oluşturma kampanyaları (astroturfing) ve profesyonel troller, provokatörler ve öfke fırtınacılarının çirkin eylemleri şeklinde saymakla bitmez örneklere tanık oldum. Ancak, kamu görevlisine rüşvet vermek yerine makamların ya da kamu kurumlarının gizlice büyük şirketlerin kontrolüne devredilmesine başlandıktan beri bu yolsuzlukların hukuki boyutları son derece karmaşık oldu. İster paralı lobicilik ve gündem belirleme kampanyaları için, ister hukuken savunmak üzere avukat tutabilmek için yüklü miktarda para sahibi olmak gerekiyor.
Bazı kişiler çok zengin iken bazı diğer kişilerin bunlara yetecek maddi gücü yok. Şu anda yaşadıklarımız, çok kötü hâle gelmiş bu toplumsal dengesizliğin sonucudur. Birkaç tane milyarderin bütün dünyayı kurtarmak (ya da dünyanın salgından kurtuluşunu parayla satmak) isteyişi de sorunu çözmeyecektir. Çünkü, kendini “filantropist” ilan etmiş birkaç milyarderin bu kurtarma planlarının asıl amacı ne olursa olsun, bu yolun şiddet, baskı ve zulümle sonuçlanacağı kuşkusuzdur. Bu arkaik ve feodal otokrasi kalıplarını, “insan hakları”, “demokrasi” ve “hukuk devleti ilkesi” diyerek geride bırakmamış mıydık?
Ne yazık ki, yolsuzluğa karşı bir aşı maddesi henüz dünyada yok.
(*) Dr. Wolfgang Wodarg: Dâhiliye ve Göğüs Hastalıkları, Sağlık Hijyeni, Çevre Hekimliği, Halk Sağlığı ve Epidemiyoloji Uzmanı; eski Belediye Sağlık Müdürü; eski Alman Federal Parlamento Milletvekili, SDP parti üyesi sağlık politikacısı ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi üyesi.